Yetişkinliğe ilk adım attığımız yıllardan itibaren hayatımızda en önemli sözcüklerden belki de ilki oluveriyor “Aşk”… Hatta bazılarımızın unutamadıkları çocukluk aşkları var. Tarihe geçen aşklar, masallara konu olanlar, Oscar alanlar, alkışlananlar, … Mutlu sonlar, kavuşamayanlar, ayrılanlar… Feda edilenler, ödenen bedeller, göz yaşları, özlemler, intiharlar… Acılarla büyüyen, büyüdükçe acı veren aşk.. Adem ve Havva’dan beri insanlığın peşinde koştuğu aşk!
Ölümden gayri her nefsin tattığı, ya da tatmak için yanıp tutuştuğu aşk…
Sembolü kalptir aşkın, yürekten olduğuna inanılır. Zihnin karanlık girdaplarından çıkmadığına, gözünün kör olduğuna, elde olmadığına inanılır. Gerçekten öyle midir? Aşk gerçekten yürekten midir yoksa zihinden mi?
Geçenlerde bir arkadaşım yaklaşık bir yıl önce ayrıldığı sevgilisini hala unutamadığından söz ediyordu. O’nu ne kadar özlediğini, O’nun için hala ağladığını anlatırken gözleri doluyordu. “ O’nu hala çok sevmen için üç sebep söyler misin?” dedim. “ Birincisi çok şefkatliydi, ikincisi çok güzel bir ten uyumumuz vardı, üçüncüsü uzun boyluydu” dedi. “ Peki şu an sana şefkat gösteriyor mu? “ diye sordum, “ Hayır “ dedi. “ Aranızda hala ten uyumu var mı?” dediğimde cevabı yine “ Hayır”dı. “ Peki hala uzun boylu mu?” diye sorduğumda, gülerek “ Evet sanırım evet” dedi. O zaman O’nu sevmen için şu an sadece tek bir sebebin var dedim. Gülmekten birkaç dakika konuşamadık. “ Altı milyar insan içinde tek uzun boylu olan O olduğu için, haklısın O’nu unutamazsın” dedim gülerek … Oysa aynı adamın ayrıldığı eşine ondan nefret etmesi için sebeplerini sorsanız, eminim saatlerce anlatırdı...
Başta uğruna her şeyi feda edebileceğimiz insanı daha sonra istemeyebiliyoruz. Kavuşmak için gözyaşı döktüklerimizden boşanmak için paralar ödüyoruz. Bir bakışından içimiz titrerken sesini duymak istemediğimizi yüzüne haykırıyoruz. O “kalbimizdeki” sevgi ne oluyor da nefrete dönüşüyor? Neden tarihteki en büyük aşklar imkansız olanlar ya da kavuşulamayanlar oluyor? Kavuştuklarımızı nasıl tüketiyoruz? Ve bütün bunların yürekte olduğunu nasıl oluyor da kabul ediyoruz.
Çoğumuz “ Sevgi” ile “ Aşk”ı birbirine karıştırır. Sevgide merhamet vardır ve kalpte olandır. Koşulsuz olandır, gerçek olan, doğal olan. Bazen bir kuşa, kediye, köpeğe, bazen bir çiçeğe, bir çocuğa, bazen Tanrı’ya ve bazen de sevgiliye duyulandır. Yürekte olandır, saftır, temizdir, doğaldır.. Peki ya Aşk? Aşk denilen şey “ego”da olandır. Merhameti olmaz, bağışlaması olmaz, elde etmek ister, benim olsun der. Olmadığında nefrete veya acıya dönüşür.
İlişkimiz kötüye gittiğinde birçoğumuz sevgilimizin yaptıklarını büyük bir kızgınlıkla anlatırız. Sürekli şikayet eder “ bana bunu nasıl yapar?” diye söyleniriz. Bizi istemediğini düşünür O’ndan nefret ettiğimizi söyleriz. Artık sevmediğine inanır, günlerce ağlarız. Aramıyor diye kavga eder, “beni düşünmüyorsun!” diye suçlarız. Hatta O’nun ne kadar bencil, duygusuz olduğunu herkese anlatır dururuz. Yüzüne, ne kadar da yanıldığımızı, bize istediklerimizi veremediğini haykırırız. Ya terk edilir, ya terk ederiz. Sonra da onu sevdiğimizi ve istediğimizi söyler, bizi sevmesi ve O’na tekrar kavuşmak için dualar ederiz. O’nun varlığını istedikçe, kendi varlığımızdan uzaklaşırız. Ağlamaktan perişan olur, yaşamı onsuz anlamsız bulmaya başlarız.
Eğer sevdiğimiz bir kişi ise, nasıl oluyor da onun birçok özelliğini beğenmemeye başlıyoruz. Nasıl oluyor da hem suçlayıp, hem elde etmeye çalışıyoruz? Nasıl oluyor da bizi sevmeyen, güvenmediğimiz bir insan için acı çekiyoruz? Hatta ondan intikam almak istiyoruz, o da acı çeksin istiyoruz. Bu nasıl olur da evrenin en asil yaratığının kalbinde olur? Sevdiğine acı çektirmek, intikam almak, yüzüne en kötü sözleri söylemek nasıl oluyor da yürekten geliyor?
Aşk kavuşulmadığında, ya da ayrılıkta var olurken, biz neden hep “Aşk” istiyoruz?
“Aşk” insanın özünde olan, o doğal merhamet ve saygıyla yoğrulan “sevgi”ye tercih ediliyor. Çünkü insanoğlunun yüreğini rafa kaldıran tek şey “ego”dur. İşimize geldiği zaman seviyor, gelmediğinde nefret ediyoruz. Bazen karşımızdakini bir kediyi sever gibi bile sevemiyoruz. “ “Kedim beni sevmiyor” diye günlerce ağlayan, sürekli şikayet eden, hatta ona acı çektirmek isteyen birini düşünün. Veya gülün dikeni elime neden battı diye onu paramparça eden birini. Ya da bir bebek bana gülmedi diye kendini yerden yere atıp “ Allah’ım ne olur gülsün, beni sevsin” diye dua edeni . Çok komik ya da manyakça geliyor değil mi? Oysa bir çoğumuz sevgililerimize böyle yapmıyor muyuz?
Aşk, egomuzun emrindeki aklımızla yarattığımız bir duygudur. Beğendiğimiz kişi bizi beğensin isteriz. Sevilmek, güzel sözler duymak, okşanmak, öpülmek isteriz. Birilerinin bizi mutlu etmesini isteriz. Birilerini mutlu etme tatminini yaşamak isteriz. Her gün aranmak, her daim sevilmek, istenmek isteriz. Böylece kendimizi daha güzel, daha iyi, daha mükemmel hissederiz. Buna da “ mutluluk” deriz. Ego’nun işi her zaman istemektir, istediklerinin olması mutluluk, olmaması acıdır. Maalesef “ ego” hazlar ve acılarla beslenir ve zihnimizi ele geçirdiği an hayatımızı çekilmez bir hale getirir.
Gerçek sevgi ise, yürekten gelen, “ ben” den önce “ sen” dedirtendir. Mutluluk kaygısından uzak olandır. “Ben “ le başlayan övgülerden, “Sen”le başlayan suçlamalardan uzak, “ Biz” olandır. “ Ben” için “ Sen” i var etmediğimiz, “ Seninle ben”i bizleştirdiğimizdir.
Bir ilişki Ben Sen ve Biz olarak başlar. “ Sen” olmadan sevdiğimiz “Ben”imizi, “ Sen” olduğun için sevdiğimiz “ Sen” ile “ Biz” olarak yaşatabilmek. İşte gerçek mutlu ilişkinin anahtarı da budur.
Aynaya baktığınızda gördüğünüzü sevdiğiniz oranda, elini tuttuğunuzda sevdiğinizi de sevmeye başlarsınız. Aynadakini sevmek için, bir “ Sen”in varlığına ihtiyaç duyanlar, o “ Sen” i bulduğunda mutlu olup, bulamadığında acı çekenlerdir. “Ego”larının diktatörlüğünde zihinlerinin tuzaklarına düşenlerdir. “İstiyorum” sözünü “seviyorum” ile karıştıranlardır. Güzel, mükemmel, zeki, mutlu hissetmek için, kendilerini yeterince sevmezken bir başkasına ihtiyaç duyanlardır. Varlığında haz yokluğunda acı duyanlardır. Ve buna AŞK diyenlerdir...
Sevgilerimle,
fatoscomert.3@gmail.com
Ölümden gayri her nefsin tattığı, ya da tatmak için yanıp tutuştuğu aşk…
Sembolü kalptir aşkın, yürekten olduğuna inanılır. Zihnin karanlık girdaplarından çıkmadığına, gözünün kör olduğuna, elde olmadığına inanılır. Gerçekten öyle midir? Aşk gerçekten yürekten midir yoksa zihinden mi?
Geçenlerde bir arkadaşım yaklaşık bir yıl önce ayrıldığı sevgilisini hala unutamadığından söz ediyordu. O’nu ne kadar özlediğini, O’nun için hala ağladığını anlatırken gözleri doluyordu. “ O’nu hala çok sevmen için üç sebep söyler misin?” dedim. “ Birincisi çok şefkatliydi, ikincisi çok güzel bir ten uyumumuz vardı, üçüncüsü uzun boyluydu” dedi. “ Peki şu an sana şefkat gösteriyor mu? “ diye sordum, “ Hayır “ dedi. “ Aranızda hala ten uyumu var mı?” dediğimde cevabı yine “ Hayır”dı. “ Peki hala uzun boylu mu?” diye sorduğumda, gülerek “ Evet sanırım evet” dedi. O zaman O’nu sevmen için şu an sadece tek bir sebebin var dedim. Gülmekten birkaç dakika konuşamadık. “ Altı milyar insan içinde tek uzun boylu olan O olduğu için, haklısın O’nu unutamazsın” dedim gülerek … Oysa aynı adamın ayrıldığı eşine ondan nefret etmesi için sebeplerini sorsanız, eminim saatlerce anlatırdı...
Başta uğruna her şeyi feda edebileceğimiz insanı daha sonra istemeyebiliyoruz. Kavuşmak için gözyaşı döktüklerimizden boşanmak için paralar ödüyoruz. Bir bakışından içimiz titrerken sesini duymak istemediğimizi yüzüne haykırıyoruz. O “kalbimizdeki” sevgi ne oluyor da nefrete dönüşüyor? Neden tarihteki en büyük aşklar imkansız olanlar ya da kavuşulamayanlar oluyor? Kavuştuklarımızı nasıl tüketiyoruz? Ve bütün bunların yürekte olduğunu nasıl oluyor da kabul ediyoruz.
Çoğumuz “ Sevgi” ile “ Aşk”ı birbirine karıştırır. Sevgide merhamet vardır ve kalpte olandır. Koşulsuz olandır, gerçek olan, doğal olan. Bazen bir kuşa, kediye, köpeğe, bazen bir çiçeğe, bir çocuğa, bazen Tanrı’ya ve bazen de sevgiliye duyulandır. Yürekte olandır, saftır, temizdir, doğaldır.. Peki ya Aşk? Aşk denilen şey “ego”da olandır. Merhameti olmaz, bağışlaması olmaz, elde etmek ister, benim olsun der. Olmadığında nefrete veya acıya dönüşür.
İlişkimiz kötüye gittiğinde birçoğumuz sevgilimizin yaptıklarını büyük bir kızgınlıkla anlatırız. Sürekli şikayet eder “ bana bunu nasıl yapar?” diye söyleniriz. Bizi istemediğini düşünür O’ndan nefret ettiğimizi söyleriz. Artık sevmediğine inanır, günlerce ağlarız. Aramıyor diye kavga eder, “beni düşünmüyorsun!” diye suçlarız. Hatta O’nun ne kadar bencil, duygusuz olduğunu herkese anlatır dururuz. Yüzüne, ne kadar da yanıldığımızı, bize istediklerimizi veremediğini haykırırız. Ya terk edilir, ya terk ederiz. Sonra da onu sevdiğimizi ve istediğimizi söyler, bizi sevmesi ve O’na tekrar kavuşmak için dualar ederiz. O’nun varlığını istedikçe, kendi varlığımızdan uzaklaşırız. Ağlamaktan perişan olur, yaşamı onsuz anlamsız bulmaya başlarız.
Eğer sevdiğimiz bir kişi ise, nasıl oluyor da onun birçok özelliğini beğenmemeye başlıyoruz. Nasıl oluyor da hem suçlayıp, hem elde etmeye çalışıyoruz? Nasıl oluyor da bizi sevmeyen, güvenmediğimiz bir insan için acı çekiyoruz? Hatta ondan intikam almak istiyoruz, o da acı çeksin istiyoruz. Bu nasıl olur da evrenin en asil yaratığının kalbinde olur? Sevdiğine acı çektirmek, intikam almak, yüzüne en kötü sözleri söylemek nasıl oluyor da yürekten geliyor?
Aşk kavuşulmadığında, ya da ayrılıkta var olurken, biz neden hep “Aşk” istiyoruz?
“Aşk” insanın özünde olan, o doğal merhamet ve saygıyla yoğrulan “sevgi”ye tercih ediliyor. Çünkü insanoğlunun yüreğini rafa kaldıran tek şey “ego”dur. İşimize geldiği zaman seviyor, gelmediğinde nefret ediyoruz. Bazen karşımızdakini bir kediyi sever gibi bile sevemiyoruz. “ “Kedim beni sevmiyor” diye günlerce ağlayan, sürekli şikayet eden, hatta ona acı çektirmek isteyen birini düşünün. Veya gülün dikeni elime neden battı diye onu paramparça eden birini. Ya da bir bebek bana gülmedi diye kendini yerden yere atıp “ Allah’ım ne olur gülsün, beni sevsin” diye dua edeni . Çok komik ya da manyakça geliyor değil mi? Oysa bir çoğumuz sevgililerimize böyle yapmıyor muyuz?
Aşk, egomuzun emrindeki aklımızla yarattığımız bir duygudur. Beğendiğimiz kişi bizi beğensin isteriz. Sevilmek, güzel sözler duymak, okşanmak, öpülmek isteriz. Birilerinin bizi mutlu etmesini isteriz. Birilerini mutlu etme tatminini yaşamak isteriz. Her gün aranmak, her daim sevilmek, istenmek isteriz. Böylece kendimizi daha güzel, daha iyi, daha mükemmel hissederiz. Buna da “ mutluluk” deriz. Ego’nun işi her zaman istemektir, istediklerinin olması mutluluk, olmaması acıdır. Maalesef “ ego” hazlar ve acılarla beslenir ve zihnimizi ele geçirdiği an hayatımızı çekilmez bir hale getirir.
Gerçek sevgi ise, yürekten gelen, “ ben” den önce “ sen” dedirtendir. Mutluluk kaygısından uzak olandır. “Ben “ le başlayan övgülerden, “Sen”le başlayan suçlamalardan uzak, “ Biz” olandır. “ Ben” için “ Sen” i var etmediğimiz, “ Seninle ben”i bizleştirdiğimizdir.
Bir ilişki Ben Sen ve Biz olarak başlar. “ Sen” olmadan sevdiğimiz “Ben”imizi, “ Sen” olduğun için sevdiğimiz “ Sen” ile “ Biz” olarak yaşatabilmek. İşte gerçek mutlu ilişkinin anahtarı da budur.
Aynaya baktığınızda gördüğünüzü sevdiğiniz oranda, elini tuttuğunuzda sevdiğinizi de sevmeye başlarsınız. Aynadakini sevmek için, bir “ Sen”in varlığına ihtiyaç duyanlar, o “ Sen” i bulduğunda mutlu olup, bulamadığında acı çekenlerdir. “Ego”larının diktatörlüğünde zihinlerinin tuzaklarına düşenlerdir. “İstiyorum” sözünü “seviyorum” ile karıştıranlardır. Güzel, mükemmel, zeki, mutlu hissetmek için, kendilerini yeterince sevmezken bir başkasına ihtiyaç duyanlardır. Varlığında haz yokluğunda acı duyanlardır. Ve buna AŞK diyenlerdir...
Sevgilerimle,
fatoscomert.3@gmail.com