'Marjinal görmek istiyorsanız, TV'yi açın'
Sözünü Sakınmadan sohbetlerinin dördüncüsüne konuk olan küçük İskender, kendisine yakıştırılan 'marjinal şair' sıfatına değindi: ''Hiç de marjinal değilim! Gayet sıradan bir hayatım var. Marjinal görmek istiyorsanız, TV'yi açıp Müge Anlı’yı izleyin. 26 senedir teyzesinin kızına tecavüz eden adam var orada...''
Sabit Fikir ve İstanbul Modern işbirliğiyle düzenlenen ve giderek artan bir ilgiyle takip edilen Sözünü Sakınmadan sohbetlerinin dördüncüsünde, eleştirmenler Semih Gümüş ve Ömer Türkeş şair küçük İskender’i ağırlarken, okurlar da her zamanki gibi soru ve yorumlarıyla sohbete dahil oldular. Etkinliğe yaklaşık 500 edebiyat meraklısı katıldı.
Sohbete Seyhan Erözçelik’in bir şiiriyle başlayan küçük İskender, “Marjinal şair” sıfatından yeni kuşak sanatçılara, şairlik ve şiir yazmaktan okuma kültürüne pek çok konu üzerinde durdu. Sohbet boyunca dinleyenler arasında bulunan diğer şair dostlarına, onu konuk eden eleştirmenlere takılan ve bazı yazarlara da göndermeler yapan şair, yakın zamanda kaybettiğimiz Seyhan Erözçelik’i sık sık andı.
Edebiyat, hastalığı hissetme biçimi
küçük İskender, edebiyatımızın en ayrıksı örneklerinden olan metinlerinin bu kadar sert olmasının nedenlerini açıklarken, “Tehlikeli ifade biçimleri, masum ve çocuksu bir yerden kaynaklanıyor,” dedi. İnsanların çoğu zaman karşılaştığı ama çok etkilenmediği, aslında etkilenmesi gereken alanlar. Bir seferinde Taksim’e doğru yürürken bir kedi ölüsü gördüm. Çevresine toplanan köpekler kediyi kokluyorlardı. Ama çok mutsuzlardı. Onları “düşman” diye algılıyoruz ama aslında oyun arkadaşları ölmüştü. Kedi ölürse, köpekler oyun arkadaşını kaybeder. Hayatın içine yayılmış bu cilveyi hissetmeye başlayınca hem mutsuz oldum hem kafam açıldı. Şairlerin romancılardan ayrıldığı en önemli nokta bu; kafalarının açılması. Algı açıldıkça şiir de hayat da zorlaşıyor.”
Tıp eğitiminin de metinleri üzerinde oldukça etkisi olduğunu belirten İskender, doktorların bedeni algılama biçimiyle edebiyat arasında ilişki kurdu: “Bedeni doktor gözüyle görmek çok ağır bir hissiyattır. Hastalanmadıkça ne kadar farkına varıyoruz ki bedenimizin? Hastalandığınız zaman bedeninizi hissediyorsunuz. Edebiyat ve sanat da hastalığı hissetme biçimi değil mi aslında? İçinizde bir sıkıntı olması, farkında olmanız… Kendinizi yalaya yalaya tedavi etmeniz.”
Hiç kimseden Edip Cansever’den yediğim dayağı yemedim
Etkinlik boyunca bol bol anekdot aktaran şair, kendisinden önceki şairlerle ve şiir geleneğiyle kurduğu ilişkiyi anlatırken, Edip Cansever’le ilişkisibe değindi: “Gençliğimde Edip Cansever’in kitabını duvara çarptım, “böyle şiir mi olur” diye. Babam komünist olduğu için Cansever’i, Nazım Hikmet’i, Orhan Kemal’i okutuyordu. Benzememi değil, onlar gibi olmamı istiyordu; ikisi farklı şeyler. Bu yüzden İkinci Yeni Akımı’na karşı da soğuktum. 17 yaşındayım, arkadaşlarımla Bodrum’a tatile gidiyoruz. O zamanlar otobüsler İzmir’in içinden geçiyor. Otobüs bir tren yolunun önünde beklerken gözümü açtım, bir köpek gördüm. Köpek uzaklara bakıyor. Onun baktığı yerlere bakmaya çalıştım, hiçbir şey yok, sadece dağlar. O zaman Cansever dizeleri aklıma geldi; ‘kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam’ Bodrum’a iner inmez bir Edip Cansever kitabı aldım. Ben onu anlayacak kapasitede değilmişim, kabahat bende, ben salağım çünkü… Şairleri anlamıyorsak bizimle ilgili bir sorundur o. Yetmedi Edip Cansever’in yaptığı. İstanbul’a dönünce tanışmak istedim. Tanışmayı ayarladım da. Ama ben tanışamadan öldü, üstelik doğum günümde. Cenazesi de benim o zamanlar yaşadığım muhit olan Teşvikiye’den kalktı. Hayatımda kimseden böyle bir dayak yediğimi hatırlamıyorum!”
“Şair için bir şaire benzeme konusu bir sıkıntı yaratmamalı. Genel olarak benziyoruz, anne babası var herkesin. Gözünüzü, kaşınızı onlardan alıyorsunuz” diyen şair, yazmadan önce okumak gerektiğini de söyledi: “Okumak lazım. Yoksa yazamazsınız. Algı, okuduğunu çok iyi anlamakla ilgilidir. Vasiyetname, kanun, sevgiliye mektup... Ne yazıldığını iyi okumak lazım. Yazmak hava cıva. Yazmak eylemi hep var hayatta, okumak o kadar yok”
Şimdiki gençler…
Şair, bu konuda yeni nesli de eleştirdi. “Yeni nesil iki şey istiyor hep: bir yerde şiiri çıksın, bir de kısa film çeksinler. Ya biri ya öteki ya da ikisi birden. ‘Yazdığım için kitap almama gerek yok. İyi yazıyorum zaten. Diğerleri de zaten bir bok yazmıyor’ diye düşünüyorlar,” diyen İskender, kendisinin Edip Cansever’i duvara çarparken yalnız olduğunu, yeni neslin ise bunu rahatça her yerde yapabildiğine değindi: “Evime gelen 18 yaşında bir genç, ‘Cemal Süreya kim? Ben daha iyi yazıyorum!’ diyebiliyor. Ona ne söylediğimi söylemeyeyim sizlere. Ama sonra çıkmak zorunda kaldı, desem yetecektir herhalde.” Medyanın gençlerdeki bu eğilimleri beslediğini söyleyen şair, “Şarkı, dans yarışmaları gibi yakında şiir yarışması da yapmalarını bekliyorum. Ben o günü görmek istemiyorum” dedi.
Kendinin de içinde olduğu 80 kuşağında güçlü şairler olduğuna değinen İskender, “O kuşaktan şairlerin şiirlerini alın, imzasız biçimde karıştırıp masaya dizin. Her birini okuyunca kimin olduğunu az çok anlarsınız. 80’ler şahsına münhasır son kuşaktı. Gençlerin yazdığı şiirler ise birbirine benziyor. Tabii belki bu da iyi bir şeydir; şairi sevmek bitiyor, şiiri sevmek önemli oluyordur. İmza, isim olduğunda sevmek popüler kültürle özdeşleşiyor. Belki onu da bu kuşak yenecek” dedi.
Kendimizi tekrar ediyorsak, halk anlamamış demektir!
“Benzer şiirlerin şairi” eleştirisine cevap veren küçük İskender, bunu şu sözlerle yorumladı: “Bunu yapıyorsak halk anlamamış demektir, ben de anlatamamışımdır. ‘Seni seviyorum’ dediğimde anlatamadıysam, yine söylerim. O yüzden dönüp dolaşıp aşk şiirleri, sol şiirler yazıyoruz. Çünkü halk da bunu kabul etmiyor, öğrenmiyor. Yaşadığımız ülkenin koşulları bunu gerektiriyor. Bazen yönetmenler için de söyleniyor, ‘filmleri hep aynı’ deniyor. Dünya algılasa adam ya yeni bir şey çekecek ya da film çekmeyi bırakacak belki… Kısacası farklı üsluplarla da olsa aynı şeyi söylüyorsam derdime derman bulamamışım, sıkıntım geçmemiş demektir”
Edebiyattan söz etmeyi pek sevmediği gibi “şiirde stil” anlayışını da kabul etmediğini söyleyen şair, yazdıklarının bir kalıba girmesini doğru bulmadığını belirtti: “Geçenlerde yeniden izlediğim bir filmde bir söz vardı: ‘Rüyanın nerede başladığını hatırlıyor musunuz?’ Tüm yazılarımın bir rüya gibi akmasını istiyorum. Romanda da, şiirde de böyle olmalı. Romanın bir kurgusu olmamalı çünkü kurgu olursa sistem kurarım. Sistem kurarsam şablon üzerinden hareket etmek zorunda kalırım. Bana dayatılmış bir şeyi kabul etmek beni mutsuz ediyor.”
Roman uyduruk, şair kabilenin büyücüsü
küçük İskender, Flues romanının devamı üzerine çalıştığını söyledi: “Daha sert şeyler yazmak istiyorum. Kapitalizmin dayattığı ‘teen slasher’ türünü esprili şekilde Türkiye’ye uyarlamak istiyorum. Türkiye’de çok okunan polisiye yazarlarla eğlenmek, parodisini yaratmak istiyorum. Elbette bu aynı zamanda kapitalizm eleştirisi olacak.”
“’Elif’ diye bir roman yazacağım” diyerek Elif Şafak’a göndermede bulunan şair, “Roman bana göre en uyduruk edebiyat alanlarından biri. Eylem yazılan bir şey değil, yapılan şeydir ve bunun böyle olması gereklidir. Koştuktan sonra koştum, terledim diye anlatmak garip geliyor. Ama şiir farklı! Şair, kabilenin büyücüsüdür. Ne yemek yapıyor ne ava gidiyor. Avdan dönen kabile üyesi onun yaptıklarını izliyor.”
Marjinal görmek istiyorsanız, televizyonu açıp Müge Anlı’yı izleyin
küçük İskender, kendine yakıştırılan “marjinal şair” sıfatına da değindi: “Hiç de marjinal değilim! Gayet sıradan bir hayatım var. Marjinal görmek istiyorsanız, televizyonu açıp Müge Anlı’yı izleyin. 26 senedir teyzesinin kızına tecavüz eden adam var orada. Nerelere gitmişler! Halk marjinal olmuş, biz sıradan olduğumuz için ‘marjinal’ kalıyoruz.” İskender, marjinallik konusuna edebiyat tarihinden verdiği örnekle nokta koydu: “Enderunlu Fazıl varken ben nasıl marjinal sayılabilirim?”
Cismim yaşlansa da ismim yaşlanmayacak
Metinlerinde dayatılmışı reddettiğini vurgulayan yazar, “Gereksiz sorumluluklar alıyoruz: ‘En iyi anne benim, en iyi gazete benim, en iyi iş adamı benim’ gibi. Öyle değil! Sen bir annesin, sen bir iş adamısın, sen bir gazetesin, ben de bir şairim. Ama iyi yazdığımı düşünüyorum. Şiirimi değerlendirirken ‘İskender’in hayat algılayışı bu’ diye düşünmenizi istiyorum. Kendi düşüncemi en iyi şekilde ifade etmeye çalışıyorum” dedi.
Oyun oynamayı çok sevdiğini, halen oyun oynayarak sabahlayabildiğini ve metinlerine de oyunla ilişkisinin yansıdığını anlatan şair, isminin “küçük İskender” olarak anılmasından duyduğu memnuniyeti de dile getirdi: “Bıraksalardı da çocuk kalsaydım. Cismim yaşlansa da en azından ismim yaşlanmayacak iyi ki.”
- Etiketler :
- Haberler