Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy, büyük konuşmaya çalışmadan çok şey anlatmıştı 'İki Dil Bir Bavul' ile. Yaklaşık iki saatlik bir sürede Kürt sorununun özüne dair basit ama hayati bir meseleyi etkileyici bir şekilde filmleştirmişlerdi. Şimdi, ikiliden Eskiköy, Zeynel Doğan'la birlikte yönettiği 'Babamın Sesi' ile 'İki Dil Bir Bavul'un kaldığı yerden devam ediyor.
'Babamın Sesi'nde Maraş Katliamı’ndan etkilenen Kürt-Alevi bir ailenin hikayesine tanık oluyoruz. Gerçek ses kayıtlarıyla bir ülkenin tarihine bakıyoruz demek daha doğru olur belki de. Yönetmenlerden Zeynel Doğan’ın ailesinin hikayesinden yola çıkılarak oluşturulan filmin merkezinde ailenin ses arşivi yer alıyor. Gurbetteki baba okuma yazma bilmeyen eşine ve çocuklarına mektup yerine kasetler doldurup yollamıştır. Bir yandan o sesleri duyarız. Öte yandan Maraş Katliamı yüzünden Elbistan'a göç etmek zorunda kalan aile parçalanmıştır. Baba artık yoktur. Anne Base tek başınadır. Oğlu Hasan'ı bekler. Her çalışında telefonun ahizesini onun sesini duyma hayaliyle açar, evin içinde her tıkırtıda gözü onu arar. Hasan'ın nerede olduğunu biliriz, tahmin ederiz. Bu ülke için tanıdık bir yokluk/acıdır ne de olsa. Diyarbakır'da yaşayan diğer oğul Mehmet ise annesinin yalnız olmasından endişe duyar ve yanına gelir. Mehmet'in gelişiyle hikaye biraz daha belirir; ilişkiler, ses kayıtları, geçmiş, tarih açığa çıkar...
'Gerçek bir hikayeden uyarlanan' film bu 'gerçek'liğin altını doldurmayı, 30 küsur yıllık bir süreçte ülkenin kirli tarihi ve asimilasyon politikasının tahribatını tek bir aile üzerinden göstermeyi başarıyor. Belgesel olabilecek bu materyali kurmacaya çevirmenin handikaplarını da yaşamıyor 'Babamın Sesi'. Kurduğu anlatıyla bu ayrımı ortadan kaldırıyor. Baba Mustafa’nın kasetlerdeki –gerçek- sesi dramatik yapının önemli bir parçası olduğu gibi, dış ses şeklinde hikayenin tarihsel bağını da güçlendiriyor. Babanın ses kayıtlarıyla, ailenin babaya cevaben gönderdiği kasetler adeta satır aralarında bu toprakların utanç tarihini deşifre ederken, sesler, evin duvarlarını ve rüzgarla birlikte tepeleri dolaşıyor, bir ailenin dil yüzünden bölünüşünü yüzümüze vuruyor. Kürtçe bildikleri için utananlar, Türkçe bilmedikleri için isyan edenler, kendi dilini konuşamadıkları için çaresiz kalanlar, başka bir dilin yokluğundan var olamayanlar... Bu ülkede yaşayan çoğu dilin, kültürün, ailenin yaşadıklarının bir özeti ya da benzeri, ne derseniz deyin.
Bu hikayelerin izleyeni bir kat daha fazla etkilemesinin bir nedeni de geçmişiyle yüzleşen, hesaplaşan bir ülke olmayışımız elbette. Kürt sorunundan başlayıp Hrant Dink'e, zorunlu din dersine, ‘Taş atan çocuklar’a kadar koca bir liste var ne yazık ki. Örneğin ve hatta, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarından yıllar sonra, 2012 yılında, Alevilerin evlerinin işaretlendiğine, aleni bir şekilde Ermenilere nefret kusan bir yürüyüşün desteklenebildiğine tanık oluyoruz. Bunun gibi yüzlerce haber, gazete kupürü gözümüzün önünde. O yüzden anne Base'nin kurduğu cümleler gerçekliğini/güncelliğini hala koruduğu için daha bir içimizi yakıyor. O yüzden Hasan’a telefonda söylediği Kürtçe kelimeler daha bir anlam kazanıyor. Ve o yüzden Hasan'ı sormak için eve gelen siviller Mehmet'e 'sen niye geldin?' diye rahatça soru sorduğunda OHAL'le günümüz arasında yumuşak bir geçiş yapıyor zihnimiz. Çünkü yer yer zamanı, mekanı belirsiz kılan hikaye geçmiş üzerinden ilerlediği gibi günümüzle de güçlü bir bağ kuruyor. Böylece, ‘Babamın Sesi’ meselenin özünü atlamıyor ve ortaya politik anlamda ayakları yere sağlam basan bir film ortaya çıkıyor.
Ses kasetlerinin dışında birkaç ‘ses’in daha hikayede oldukça önemli bir yeri var. (İşitsel anlamda çok etkili olan dış çekimleri de hesaba katmalıyız) Bir sahnede Mehmet annesiyle otururken televizyondan Başbakan'ın sözlerini duyarız. Almanya'daki Türkler için ''Ana dil hakkı engellenemez ve asimilasyon insanlık suçudur'' der. (Daha sonra dış basında da ilgi gören 2011’de yaptığı bu konuşmadan önce birkaç defa daha Başbakan’ın benzer cümleler sarf ettiğini biliyoruz.) Televizyonda bu cümleler akarken ana oğul konuşmaya devam eder. Bir dış ses olarak Başbakan’ın TV’deki konuşmasının sesi yavaş yavaş kısılır. ‘Babamın Sesi’ bu 15-20 saniyelik gerçek haberi hikayenin/meselenin odağına yerleştirir, üzerine bir şey eklemeyi, altını çizmeye gerek duymaz. Söylemek istediğini bir parça gerçek haberle söylemiş olur. Anlatımı saflaştıran, kurmacayla belgeselin kesiştiği noktalar üzerine düşündürten bu sahne Kürt sorunu konusundaki devletin ebedi ikiyüzlü bakışını da ortaya koyar. Aynı zamanda filmin çıkış noktası olan ses kayıtlarının ‘kurmaca’ anlatımın kendisi haline dönüştüğünün de kanıtıdır bu sahne.
'Babamın Sesi'nde Maraş Katliamı’ndan etkilenen Kürt-Alevi bir ailenin hikayesine tanık oluyoruz. Gerçek ses kayıtlarıyla bir ülkenin tarihine bakıyoruz demek daha doğru olur belki de. Yönetmenlerden Zeynel Doğan’ın ailesinin hikayesinden yola çıkılarak oluşturulan filmin merkezinde ailenin ses arşivi yer alıyor. Gurbetteki baba okuma yazma bilmeyen eşine ve çocuklarına mektup yerine kasetler doldurup yollamıştır. Bir yandan o sesleri duyarız. Öte yandan Maraş Katliamı yüzünden Elbistan'a göç etmek zorunda kalan aile parçalanmıştır. Baba artık yoktur. Anne Base tek başınadır. Oğlu Hasan'ı bekler. Her çalışında telefonun ahizesini onun sesini duyma hayaliyle açar, evin içinde her tıkırtıda gözü onu arar. Hasan'ın nerede olduğunu biliriz, tahmin ederiz. Bu ülke için tanıdık bir yokluk/acıdır ne de olsa. Diyarbakır'da yaşayan diğer oğul Mehmet ise annesinin yalnız olmasından endişe duyar ve yanına gelir. Mehmet'in gelişiyle hikaye biraz daha belirir; ilişkiler, ses kayıtları, geçmiş, tarih açığa çıkar...
'Gerçek bir hikayeden uyarlanan' film bu 'gerçek'liğin altını doldurmayı, 30 küsur yıllık bir süreçte ülkenin kirli tarihi ve asimilasyon politikasının tahribatını tek bir aile üzerinden göstermeyi başarıyor. Belgesel olabilecek bu materyali kurmacaya çevirmenin handikaplarını da yaşamıyor 'Babamın Sesi'. Kurduğu anlatıyla bu ayrımı ortadan kaldırıyor. Baba Mustafa’nın kasetlerdeki –gerçek- sesi dramatik yapının önemli bir parçası olduğu gibi, dış ses şeklinde hikayenin tarihsel bağını da güçlendiriyor. Babanın ses kayıtlarıyla, ailenin babaya cevaben gönderdiği kasetler adeta satır aralarında bu toprakların utanç tarihini deşifre ederken, sesler, evin duvarlarını ve rüzgarla birlikte tepeleri dolaşıyor, bir ailenin dil yüzünden bölünüşünü yüzümüze vuruyor. Kürtçe bildikleri için utananlar, Türkçe bilmedikleri için isyan edenler, kendi dilini konuşamadıkları için çaresiz kalanlar, başka bir dilin yokluğundan var olamayanlar... Bu ülkede yaşayan çoğu dilin, kültürün, ailenin yaşadıklarının bir özeti ya da benzeri, ne derseniz deyin.
Bu hikayelerin izleyeni bir kat daha fazla etkilemesinin bir nedeni de geçmişiyle yüzleşen, hesaplaşan bir ülke olmayışımız elbette. Kürt sorunundan başlayıp Hrant Dink'e, zorunlu din dersine, ‘Taş atan çocuklar’a kadar koca bir liste var ne yazık ki. Örneğin ve hatta, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarından yıllar sonra, 2012 yılında, Alevilerin evlerinin işaretlendiğine, aleni bir şekilde Ermenilere nefret kusan bir yürüyüşün desteklenebildiğine tanık oluyoruz. Bunun gibi yüzlerce haber, gazete kupürü gözümüzün önünde. O yüzden anne Base'nin kurduğu cümleler gerçekliğini/güncelliğini hala koruduğu için daha bir içimizi yakıyor. O yüzden Hasan’a telefonda söylediği Kürtçe kelimeler daha bir anlam kazanıyor. Ve o yüzden Hasan'ı sormak için eve gelen siviller Mehmet'e 'sen niye geldin?' diye rahatça soru sorduğunda OHAL'le günümüz arasında yumuşak bir geçiş yapıyor zihnimiz. Çünkü yer yer zamanı, mekanı belirsiz kılan hikaye geçmiş üzerinden ilerlediği gibi günümüzle de güçlü bir bağ kuruyor. Böylece, ‘Babamın Sesi’ meselenin özünü atlamıyor ve ortaya politik anlamda ayakları yere sağlam basan bir film ortaya çıkıyor.
Ses kasetlerinin dışında birkaç ‘ses’in daha hikayede oldukça önemli bir yeri var. (İşitsel anlamda çok etkili olan dış çekimleri de hesaba katmalıyız) Bir sahnede Mehmet annesiyle otururken televizyondan Başbakan'ın sözlerini duyarız. Almanya'daki Türkler için ''Ana dil hakkı engellenemez ve asimilasyon insanlık suçudur'' der. (Daha sonra dış basında da ilgi gören 2011’de yaptığı bu konuşmadan önce birkaç defa daha Başbakan’ın benzer cümleler sarf ettiğini biliyoruz.) Televizyonda bu cümleler akarken ana oğul konuşmaya devam eder. Bir dış ses olarak Başbakan’ın TV’deki konuşmasının sesi yavaş yavaş kısılır. ‘Babamın Sesi’ bu 15-20 saniyelik gerçek haberi hikayenin/meselenin odağına yerleştirir, üzerine bir şey eklemeyi, altını çizmeye gerek duymaz. Söylemek istediğini bir parça gerçek haberle söylemiş olur. Anlatımı saflaştıran, kurmacayla belgeselin kesiştiği noktalar üzerine düşündürten bu sahne Kürt sorunu konusundaki devletin ebedi ikiyüzlü bakışını da ortaya koyar. Aynı zamanda filmin çıkış noktası olan ses kayıtlarının ‘kurmaca’ anlatımın kendisi haline dönüştüğünün de kanıtıdır bu sahne.
Kayıtları dinledikçe ailenin ve tek tek bireylerin toplumda var olmak için neler yaşadıklarına da şahit oluyoruz. Müslüman ve Sünni çoğunluğa dahil olmayan (binlerce aile gibi) ailede asimilasyonun iç baskıya dönüşmesi gibi birçok çatışma yaşanır. Çocuklar ana dillerini konuşamamanın anlamsızlığını anlamaya çalışır ve bu onlarca başka anlamsızlığı beraberinde getirir. Evin her yerinde bu geçmiş yatar. Anne hiçbir şeyi atmaz. Ses kayıtları, gazeteler, fotoğraf albümleri, hepsi başka Türkiye’nin gerçek resmidir ve ailenin albümüyle Türkiye’nin yakın tarihi birbirine eklenir. Geçmiş de, bir dil de yok edilemez zate. O seslere Base’nin de, çocukların da ihtiyacı vardır. Bir yerlere gömülür, hep derindedir ama bir yerdedir, kaybolmaz.
‘İKİ DİL BİR BAVUL’UN DIŞINDAKİ DÜNYA
‘Babamın Sesi’nin ‘İki Dil Bir Bavul’ ile hem meselesi hem de sinema dili bakımından yakından ilişkili olduğunu söylemek gerek. İki filmi birlikte değerlendirmek bile mümkün. Gerçek bir hikaye, ülkenin gerçekleri, Kürt sorunu, sade ama güçlü bir anlatım… İki Dil Bir Bavul’un belgesel olması bile iki filmi ayrıştırmıyor, tersine biçimsel olarak benzerlik kurmak mümkün; özellikle iki filmin de deneysel ve özgün bir sinema dili peşinde olduğunu düşünürsek. Ama asıl olarak Yeni Türkiye Sineması’nın parçası olmakla birlikte Kürt sorununa – ve ilişkili olarak birçok soruna – bakıyor yönetmenler. (Özgür Doğan da bu filmde yapımcı) İki Dil Bir Bavul’daki Zülküf’ü Babamın Sesi’nden ayrı düşünmek imkansız. Hatırlarsak; Zülküf adını sürekli 'Zilkif' diye telafuz eder. Öğretmeni ısrarla onu düzeltmeye çalışır ama o 'Zilkif' demeye devam eder. Doğduğundan beri bildiği odur çünkü. Başka bir şey öğretilmeye çalışılsa bile. İki Dil Bir Bavul’daki sınıfın dışındaki hayattır ‘Babamın Sesi’ bir anlamda. Oradaki ailelerin yaşadıklarından farklı değildir. Ve filmin başrolünde profesyonel oyuncuların değil bu gerçeği yaşayan kişilerin olduğunu da yine filmin hikayesiyle birlikte görmek gerek. Yönetmen Zeynel Doğan annesiyle birlikte oyuncu olarak harika bir iş çıkartıyor. ‘Doğal oyunculuk’ yaftasının ötesinde bir mesele ve biçim olarak ‘gerçek’le ilişki kurdukları için de ayrıca ehemmiyeti olan bir oyunculuk sonuçta…
Geçmişin izlerinin peşinden giden ‘Babamın Sesi’, derdini ne eksik ne fazla, sade bir şekilde anlatıyor. Ülkenin bu ‘büyük’ sorununu ele alırken bir ailenin - ve binlercesinin – hikayesinin hiç de ‘küçük’ olmadığını hatırlatıyor, dahası bunu iyi bir sinemayla yapıyor.
Babamın Sesi
Yönetmen: Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan
Senaryo: Orhan Eskiköy
Oyuncular: Base Doğan, Zeynel Doğan, Gülizar Doğan
‘İKİ DİL BİR BAVUL’UN DIŞINDAKİ DÜNYA
‘Babamın Sesi’nin ‘İki Dil Bir Bavul’ ile hem meselesi hem de sinema dili bakımından yakından ilişkili olduğunu söylemek gerek. İki filmi birlikte değerlendirmek bile mümkün. Gerçek bir hikaye, ülkenin gerçekleri, Kürt sorunu, sade ama güçlü bir anlatım… İki Dil Bir Bavul’un belgesel olması bile iki filmi ayrıştırmıyor, tersine biçimsel olarak benzerlik kurmak mümkün; özellikle iki filmin de deneysel ve özgün bir sinema dili peşinde olduğunu düşünürsek. Ama asıl olarak Yeni Türkiye Sineması’nın parçası olmakla birlikte Kürt sorununa – ve ilişkili olarak birçok soruna – bakıyor yönetmenler. (Özgür Doğan da bu filmde yapımcı) İki Dil Bir Bavul’daki Zülküf’ü Babamın Sesi’nden ayrı düşünmek imkansız. Hatırlarsak; Zülküf adını sürekli 'Zilkif' diye telafuz eder. Öğretmeni ısrarla onu düzeltmeye çalışır ama o 'Zilkif' demeye devam eder. Doğduğundan beri bildiği odur çünkü. Başka bir şey öğretilmeye çalışılsa bile. İki Dil Bir Bavul’daki sınıfın dışındaki hayattır ‘Babamın Sesi’ bir anlamda. Oradaki ailelerin yaşadıklarından farklı değildir. Ve filmin başrolünde profesyonel oyuncuların değil bu gerçeği yaşayan kişilerin olduğunu da yine filmin hikayesiyle birlikte görmek gerek. Yönetmen Zeynel Doğan annesiyle birlikte oyuncu olarak harika bir iş çıkartıyor. ‘Doğal oyunculuk’ yaftasının ötesinde bir mesele ve biçim olarak ‘gerçek’le ilişki kurdukları için de ayrıca ehemmiyeti olan bir oyunculuk sonuçta…
Geçmişin izlerinin peşinden giden ‘Babamın Sesi’, derdini ne eksik ne fazla, sade bir şekilde anlatıyor. Ülkenin bu ‘büyük’ sorununu ele alırken bir ailenin - ve binlercesinin – hikayesinin hiç de ‘küçük’ olmadığını hatırlatıyor, dahası bunu iyi bir sinemayla yapıyor.
Babamın Sesi
Yönetmen: Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan
Senaryo: Orhan Eskiköy
Oyuncular: Base Doğan, Zeynel Doğan, Gülizar Doğan