Hayatın bize tuhaf bir oyunu olmuş. Ben 2 Mayıs 1983'te doğmuşum, Çiğdem Talu ise aynı yıl, aynı ayın 29'unda aramızdan ayrılmış. Onunla ilgili elimdeki tek ipuçları; şarkıları, fotoğrafları, Melih Kibar ve Zeynep Talu'nun anlattıkları.. Nasıl konuşurdu, nasıl gülerdi, nasıl yürürdü, hiçbir detayı bilmiyorum. Ses tonunu sadece çok eski bir televizyon kaydında, Melih Kibar piyano başında ona eşlik ederken, o ise elinde tuttuğu siyah kaplı defterinden "İçimdeki Fırtına"nın sözlerini okurken duyabildim. Müthiş zarif bir ses. Nasıl kibar, nasıl buram buram hayat ve aşk kokuyor, bilseniz.
Bu yazıyı yazmadan önce bulabildiğim her fotoğrafına dikkatlice baktım. Şarkıları zaten uzun yıllardır kalbimde, artık benim gibi hepimizin de bir parçası olmuş. Elbette bir kez daha dikkatlice dinledim hepsini. Yazdığı bütün sözleri tekrar tekrar okudum ama ben en çok fotoğraflarına çivilendim. Nasıl güzel gülen bir kadın. Nasıl hayat dolu, nasıl şefkatli, zarif ve ince. Gördüğünüzde mutlu olduğunuz, içinizi açan bir kadın. İklimi bir anda kıştan yaza döndürebilen, bütün kara bulutları bir gülümsemesiyle dağıtabilen, bir cümlesiyle size devam etme gücü verebilen bir kadın. Fotoğraflar öyle söylüyor. Tanışmamış olsak da öyle güçlü bir duygu ki bu, iki boyutlu fotoğraflardan bile hissediliyor. Zaten Melih Kibar, Can Dündar'ın hazırladığı "Yüzyılın Aşkları" belgeselinde görür görmez çok etkilendiğini, o güne dek öyle bir kadın tanımadığını anlatıyor: "Bir kadın peygamber olsaydı, o Çiğdem Talu olurdu." Melih Kibar’a en zor zamanlarda "Sen bunu da yaparsın" diyerek en büyük güç olmuş. En hasret dolu mektupların, kartpostalların arkasında bile hep gülümseten notları var.
“ Her zaman neşeli, eğlenceli, kimseyi incitmeyen biriydi. Ağzından hiç kötü bir söz duymadım. Her şeyi içine atan, kimseye belli etmeden içinde yaşayan bir kadındı, annem" diyor Zeynep Talu. Hastalığını öğrendiği andan dünya üzerindeki son gününe kadar kimseye en ufak bir hüzün yansıtmamış. Kahkahasını, yaşam enerjisini hiç eksik etmemiş kızından, dostlarından. Londra'ya tedavi olmaya, adeta tatile gider gibi gitmiş. Şehrin tadını çıkarmış, orada yeni dostlar edinmiş. Bir gün bile hayata inancını yitirmemiş. İyileşeceğine inanmış. Yeniden şarkılar yazacağı günlere, Bebek'teki evinden denizi seyredeceği "yorgun benliğine huzur veren" akşam saatlerine, ufuktan onu izleyecek dost yelkenlilere... 1981'de Londra'da yazdığı "Gerçek ve Düş" şarkısında özlemini işte böyle dile getirmiş. "Bir rüzgâr olmuş esiyor/ Kalbim bu akşam Boğaziçi’nde/ Bir an gözlerimden silinmeyen/ O eşsiz güzelliğini/ Öyle özledim ki bilsen öyle özledim ki..." Yine karamsar değil, yine umutlu, sadece deli bir özlem...
Ve hatta yine Londra'daki günlerde yazdığı son dörtlüklerinden birinde "Başımda kavak yelleri, dilimde dost türküler/ Gençliğimi yaşıyorum/ Ne derlerse desinler" diye hayat dolu bir türkü de tutturmuş, dilinde ıslıklarla...
"Üzme tatlı canını bunlar da geçer" demiş o kadın zamanında. "Razıyım yıllar yılı çile çekmeye/Razıyım kerem gibi ben gözyaşı dökmeye/ Gözlerim görüyorsa, ellerim tutuyorsa/ Aşkını yüreğimde duyabiliyorsam eğer" demiş de sonra. "Yine de güzeldir herşeye rağmen yaşamak" demiş. Böyle yazmış, inanmış, yazdığı gibi de yaşamış...
Zeynep Talu, yalnızca şarkı sözü yazarken durgunlaştığına, hüzünlendiğine tanık olmuş, onunla geçirebildiği 16 ‘kısa’ yıl boyunca. O zamanların dışında, hayatın her anında, dahil olduğu bütün fotoğraflara güneşler açtıran bir kadından söz ediyoruz. İnsanları çok seven bir kadından... Tedavi için Londra’ya gitmeye başlayana dek, Işık Lisesi’nde öğretmenlik yapmaya devam eden bir kadın... Gece 2’lere 3’lere kadar şarkı sözleri yazan, sonra ertesi sabah hiç yorulmamış gibi erkenden kalkıp 8’deki dersine yetişen bir kadın. “Öyle mutluydu ki okula giderken” diyor Zeynep “Ben onu, öğrencilerinden, herkeslerden kıskanırdım. Çok seviyordu okulunu. Hatta yazdığı ilk şarkı sözlerine bir süre sadece ‘Çiğdem’ diye imza attığını, kimliğini gizlemeye çalıştığını hatırlıyorum. Çünkü korkuyordu. Müthiş disiplinli bir okuldu. ‘Öğrenirlerse beni kovarlar’ diye düşüyordu. O yüzden daha da dikkat ediyordu. Sorumluluklarını hiç aksatmamaya çalışıyordu. Zaten sonrasında korktuğu gibi de olmadı. Okul yöneticileri öğrenince çok gururlandıklarını söylemişler. Çok mutlu olmuştu. ”
Bir yandan da yeri geldiğinde bütün zamanını kızına ayırabilen, onu çok seven bir anne, annesine çok düşkün bir kız çocuğu. “Ertesi güne yetişecek bir şarkı sözü bile olsa, eğer ben benimle olmasını istiyorsam, bırakır benimle ilgilenirdi” diyor Zeynep.
Bu yazıyı yazmadan önce bulabildiğim her fotoğrafına dikkatlice baktım. Şarkıları zaten uzun yıllardır kalbimde, artık benim gibi hepimizin de bir parçası olmuş. Elbette bir kez daha dikkatlice dinledim hepsini. Yazdığı bütün sözleri tekrar tekrar okudum ama ben en çok fotoğraflarına çivilendim. Nasıl güzel gülen bir kadın. Nasıl hayat dolu, nasıl şefkatli, zarif ve ince. Gördüğünüzde mutlu olduğunuz, içinizi açan bir kadın. İklimi bir anda kıştan yaza döndürebilen, bütün kara bulutları bir gülümsemesiyle dağıtabilen, bir cümlesiyle size devam etme gücü verebilen bir kadın. Fotoğraflar öyle söylüyor. Tanışmamış olsak da öyle güçlü bir duygu ki bu, iki boyutlu fotoğraflardan bile hissediliyor. Zaten Melih Kibar, Can Dündar'ın hazırladığı "Yüzyılın Aşkları" belgeselinde görür görmez çok etkilendiğini, o güne dek öyle bir kadın tanımadığını anlatıyor: "Bir kadın peygamber olsaydı, o Çiğdem Talu olurdu." Melih Kibar’a en zor zamanlarda "Sen bunu da yaparsın" diyerek en büyük güç olmuş. En hasret dolu mektupların, kartpostalların arkasında bile hep gülümseten notları var.
“ Her zaman neşeli, eğlenceli, kimseyi incitmeyen biriydi. Ağzından hiç kötü bir söz duymadım. Her şeyi içine atan, kimseye belli etmeden içinde yaşayan bir kadındı, annem" diyor Zeynep Talu. Hastalığını öğrendiği andan dünya üzerindeki son gününe kadar kimseye en ufak bir hüzün yansıtmamış. Kahkahasını, yaşam enerjisini hiç eksik etmemiş kızından, dostlarından. Londra'ya tedavi olmaya, adeta tatile gider gibi gitmiş. Şehrin tadını çıkarmış, orada yeni dostlar edinmiş. Bir gün bile hayata inancını yitirmemiş. İyileşeceğine inanmış. Yeniden şarkılar yazacağı günlere, Bebek'teki evinden denizi seyredeceği "yorgun benliğine huzur veren" akşam saatlerine, ufuktan onu izleyecek dost yelkenlilere... 1981'de Londra'da yazdığı "Gerçek ve Düş" şarkısında özlemini işte böyle dile getirmiş. "Bir rüzgâr olmuş esiyor/ Kalbim bu akşam Boğaziçi’nde/ Bir an gözlerimden silinmeyen/ O eşsiz güzelliğini/ Öyle özledim ki bilsen öyle özledim ki..." Yine karamsar değil, yine umutlu, sadece deli bir özlem...
Ve hatta yine Londra'daki günlerde yazdığı son dörtlüklerinden birinde "Başımda kavak yelleri, dilimde dost türküler/ Gençliğimi yaşıyorum/ Ne derlerse desinler" diye hayat dolu bir türkü de tutturmuş, dilinde ıslıklarla...
"Üzme tatlı canını bunlar da geçer" demiş o kadın zamanında. "Razıyım yıllar yılı çile çekmeye/Razıyım kerem gibi ben gözyaşı dökmeye/ Gözlerim görüyorsa, ellerim tutuyorsa/ Aşkını yüreğimde duyabiliyorsam eğer" demiş de sonra. "Yine de güzeldir herşeye rağmen yaşamak" demiş. Böyle yazmış, inanmış, yazdığı gibi de yaşamış...
Zeynep Talu, yalnızca şarkı sözü yazarken durgunlaştığına, hüzünlendiğine tanık olmuş, onunla geçirebildiği 16 ‘kısa’ yıl boyunca. O zamanların dışında, hayatın her anında, dahil olduğu bütün fotoğraflara güneşler açtıran bir kadından söz ediyoruz. İnsanları çok seven bir kadından... Tedavi için Londra’ya gitmeye başlayana dek, Işık Lisesi’nde öğretmenlik yapmaya devam eden bir kadın... Gece 2’lere 3’lere kadar şarkı sözleri yazan, sonra ertesi sabah hiç yorulmamış gibi erkenden kalkıp 8’deki dersine yetişen bir kadın. “Öyle mutluydu ki okula giderken” diyor Zeynep “Ben onu, öğrencilerinden, herkeslerden kıskanırdım. Çok seviyordu okulunu. Hatta yazdığı ilk şarkı sözlerine bir süre sadece ‘Çiğdem’ diye imza attığını, kimliğini gizlemeye çalıştığını hatırlıyorum. Çünkü korkuyordu. Müthiş disiplinli bir okuldu. ‘Öğrenirlerse beni kovarlar’ diye düşüyordu. O yüzden daha da dikkat ediyordu. Sorumluluklarını hiç aksatmamaya çalışıyordu. Zaten sonrasında korktuğu gibi de olmadı. Okul yöneticileri öğrenince çok gururlandıklarını söylemişler. Çok mutlu olmuştu. ”
Bir yandan da yeri geldiğinde bütün zamanını kızına ayırabilen, onu çok seven bir anne, annesine çok düşkün bir kız çocuğu. “Ertesi güne yetişecek bir şarkı sözü bile olsa, eğer ben benimle olmasını istiyorsam, bırakır benimle ilgilenirdi” diyor Zeynep.
En hüzünlü şarkılarında bile umudu hissediyorsunuz. Ama tam tersi bir hayat hikayesi. Zor bir evlilik, kızı çok küçük yaştayken alınan ayrılık kararı, Melih Kibar'la yaşadığı o yılların gerçeğine, iklimine göre en "imkansız" aşk.. 24 yaşında, kimya mühendisi genç bir adam, 36 yaşında İngilizce Öğretmeni bir kadın. Sonunda "İnsanlar ne der" endişelerine kurban giden, yaşanamayan, yarım kalan bir aşk. Ama bir yandan da engel olunamayan, önüne set çekilemeyen duygular. Birlikte yazdıkları şarkılarda nasıl da alev alev yaşıyor o aşk yıllardır. Bütün duygusu, tutkusu ve ateşiyle nasıl da canlı, nasıl da kayıpsız, zamansız ve hala...
"İşte Öyle Bir Şey", "Sevdan Olmasa", "Bir de Bana Sor", "Her Şey Seninle Güzel", "Bir Bakışın Yetti", "Tüm Bir Yaşam", "Hep Böyle Kal", "Söyle Canım," "Aldım Başımı Gidiyorum", "Deli Divane", "Rüya" ve daha nice birlikte yazdıkları şarkı, bu "özgürce" yaşanamayan aşkın çığlığını o günlerden bugünlere kalplerimize taşıyor, adeta burun direklerini kırıyor. Öyle bir duygu buluşması ki bu, sanki o sözleri başka türlü besteleyemez, sanki o bestelere başka tek bir söz bile yazılamayacak kadar eksiksiz, tarifi zor bir bütün olma, iki kalple değil iki kişinin tek bir kalple atması hali. Eşsiz ve paha biçilemeyecek bir hayat armağanı. Ama nereden bakarsanız çok hüzünlü bir hatıra.
Öyle bir duygu buluşması ki bu, mesela bir gece şöyle bir şey yaşanıyor. Melih Kibar, master için babasıyla Londra'ya gidiyor. Oteldeki ilk gecesinde müthiş bir fırtına kopuyor. Bu duruma müthiş canı sıkılıyor, korkuyor, bir yandan Çiğdem'i düşünüyor ve otelin içinde yürümeye çalışırken ayağı bir piyanoya takılıyor. Bütün duygularını piyanosuyla konuşarak anlatabilen bir adam olduğu için yine ona sarılıyor ve o sırada bir beste yapıyor. Besteyi babasıyla Çiğdem Talu'ya, İstanbul'a gönderiyor. Çiğdem Talu, hangi koşullarda yazıldığını bilmediği besteye bir söz yazıyor ve Melih'e postalıyor. Melih, sözleri okuduğunda bulunduğu odada sarsıntıyla yere çöküyor ve duvara tutunuyor. Şarkının adı: "İçimdeki Fırtına"
"İşte o an bir fırtına kopar/ Sanki o an yer yerinden oynar/ Hoyrat bir rüzgar eserken/ Sallanan gemi misali/ Sallanır durur içimde dünya/ İşte o an bir fırtına kopar/ Sanki o an yer yerinden oynar/ Kül rengi bir akşam vakti/ Kaybolan renkler misali/ Kaybolur gider gözümde dünya"
İşte bu kadar birlikte atan iki kalp. Bu kadar yakında, derinde fırtınalar koparan duygular ama bir o kadar birbirlerinden uzakta durmakla sınanan iki insan. Öyle bir şey ki “bunları kendi aramızda bile konuşmadık” diyor Melih Kibar. “İnsanlar Çiğdem’i eleştiriyorlardı. Kendisinden 12 yaş küçük biriyle ilişki yaşıyor diye. Ama ben bile o ilişkinin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini yıllar sonra anladım.”
"İşte Öyle Bir Şey", "Sevdan Olmasa", "Bir de Bana Sor", "Her Şey Seninle Güzel", "Bir Bakışın Yetti", "Tüm Bir Yaşam", "Hep Böyle Kal", "Söyle Canım," "Aldım Başımı Gidiyorum", "Deli Divane", "Rüya" ve daha nice birlikte yazdıkları şarkı, bu "özgürce" yaşanamayan aşkın çığlığını o günlerden bugünlere kalplerimize taşıyor, adeta burun direklerini kırıyor. Öyle bir duygu buluşması ki bu, sanki o sözleri başka türlü besteleyemez, sanki o bestelere başka tek bir söz bile yazılamayacak kadar eksiksiz, tarifi zor bir bütün olma, iki kalple değil iki kişinin tek bir kalple atması hali. Eşsiz ve paha biçilemeyecek bir hayat armağanı. Ama nereden bakarsanız çok hüzünlü bir hatıra.
Öyle bir duygu buluşması ki bu, mesela bir gece şöyle bir şey yaşanıyor. Melih Kibar, master için babasıyla Londra'ya gidiyor. Oteldeki ilk gecesinde müthiş bir fırtına kopuyor. Bu duruma müthiş canı sıkılıyor, korkuyor, bir yandan Çiğdem'i düşünüyor ve otelin içinde yürümeye çalışırken ayağı bir piyanoya takılıyor. Bütün duygularını piyanosuyla konuşarak anlatabilen bir adam olduğu için yine ona sarılıyor ve o sırada bir beste yapıyor. Besteyi babasıyla Çiğdem Talu'ya, İstanbul'a gönderiyor. Çiğdem Talu, hangi koşullarda yazıldığını bilmediği besteye bir söz yazıyor ve Melih'e postalıyor. Melih, sözleri okuduğunda bulunduğu odada sarsıntıyla yere çöküyor ve duvara tutunuyor. Şarkının adı: "İçimdeki Fırtına"
"İşte o an bir fırtına kopar/ Sanki o an yer yerinden oynar/ Hoyrat bir rüzgar eserken/ Sallanan gemi misali/ Sallanır durur içimde dünya/ İşte o an bir fırtına kopar/ Sanki o an yer yerinden oynar/ Kül rengi bir akşam vakti/ Kaybolan renkler misali/ Kaybolur gider gözümde dünya"
İşte bu kadar birlikte atan iki kalp. Bu kadar yakında, derinde fırtınalar koparan duygular ama bir o kadar birbirlerinden uzakta durmakla sınanan iki insan. Öyle bir şey ki “bunları kendi aramızda bile konuşmadık” diyor Melih Kibar. “İnsanlar Çiğdem’i eleştiriyorlardı. Kendisinden 12 yaş küçük biriyle ilişki yaşıyor diye. Ama ben bile o ilişkinin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini yıllar sonra anladım.”
"Onlar birbirlerinin ruh eşiydi" diyor Zeynep Talu. "Annemin ölümünden sonra Melih, sadece enstrümantal parçalar yaptı. Çok enteresan, onlara söz yazmaya kalktım ama yazamadım, yazılamıyor, öyle tuhaf bir yapıları var o şarkıların. Onları yaparken söz kısmını tamamen aklından silmiş, bir daha sözlü bir şey yapmayı bilinç altında reddetmiş gibi."
"Artık kendine bir hayat kurmalısın" diyor Çiğdem Talu, bir gün Melih Kibar'a. Hayata yenik düşüyor ve bu aşkı kalplerine kaldırıyorlar. Birlikte üretmeye devam edecekler, artık iki “iyi” dost olacaklar. Öyle istiyor ki Melih’in mutlu olmasını Çiğdem, onun nikah şahitliğini bile yapıyor. Kanser tedavisi gördüğü günlerde bu düğün için Londra'dan geliyor. Ama sonra bir gün Melih’e “Hisseli Harikalar Kumpanyası” müzikali için yazdığı bir şarkıda şu hüzünlü sözlerle veda ediyor: “Sen başkalarına benzeme sakın/ Hep böyle kal, hep bana yakın”
25 Mayıs 1975'te tanışıyorlar Melih ile Çiğdem. 8 sene 3 gün sürüyor dünya zamanıyla beraber yürüdükleri yol. Onlardan geriye 270 şarkı, 100'den fazla hit kalıyor. Yine tuhaftır, Melih Kibar, onu son kez, ilk tanıştıkları günün 8. yıl dönümünde; 25 Mayıs 1983’te görüyor, dört gün sonra da Çiğdem hayata veda ediyor. Ve bir gün Melih de Çiğdem'le aynı kaderi paylaşıyor. "Melih, annem gibi kanser olup, aynı devreleri geçirip Bebek Camisi'nden cenazesi kaldırılınca zamanı ve mekânı şaşırdım; annemin cenazesinde miyim yoksa Melih'in mi, karıştırdım. Çünkü insanlar aynı; yine Erol Evgin, İzzet Öz... Nükhet Duru'ya sarıldım. "23 sene evvel de buradaydık" dedim." diye anlatıyor o günü Zeynep Talu.
Çiğdem Talu, her ne kadar hayata sıkı sıkı bağlı olsa da, son ana kadar iyileşeceğine inansa da, bir gün kalemi de yenik düşüyor ve Londra’da bir gece hayata hüzünlü bir veda şarkısı bırakıyor. Ama yine güçlü, yine acısını içine gömüp, göstermeden,dik, gururlu... ..
“ Her duygu yıpranmış/Her bakış anlamsız/ Can bıkmış usanmış/ Can çökmüş zamansız/ Ben bu dünyadan/ Dosttan düşmandan/ Aldım payımı gidiyorum/ Günahlarımla, sevaplarımla/ Aldım başımı gidiyorum
Yıllar sonra, annesinin Londra'da tuttuğu not defterinde, kimselerin bilmediği ve bestelenmemiş bir şarkı sözüne rastlıyor Zeynep Talu. İşte o zaman bu vedanın, “aldım başımı gidiyorum” diyebilecek kadar da kolay olmadığını anlıyor...
" Bırakıp gidemiyorum
İlle de dört mevsim bahar olsun demiyorum
Kışıyla, kıyametiyle
Öyle güzel ki dünya
bir türlü bırakıp gidemiyorum..."
Geçtiğimiz yıl annesine, Melih’e, o büyük aşka bir şarkı yazıyor Zeynep. Onların penceresinden aşkı anlatan “Bizim Şarkımız” müzikalinin, hala aşk için nefes alanların, büyük sevebilenlerin, yarım kalan ama bitmeyen aşkların şarkısını söze döküyor. Zamana, kadere, hayata, bedene, eşyaya inat solmadan, sönmeden, ölmeden yaşayan bütün şarkılar gibi o aşkı yüzyıllara en çıplak, en tutkulu, en güzel haliyle anlatmak üzere kanatlanıyor “Bizim Şarkımız”... Çiğdem, fotoğraflardan ve şarkılardan gülümsemeye devam ediyor bize. Hala aşık, hala güzel, hala dünya iyisi... Melih de o utangaç gülüşüyle, başı öne eğik; piyanosuyla Çiğdem'le konuşmaya...
“Bir mucize gibi çıktın karşıma/ Bildiğim herşeyi unutturdu bana/ Hayallerimizden hiç vazgeçmedik/ Ve o günden beri biz hiç tükenmedik/ Öyle bir aşk ki bu, seneler geçse de yine söylenecek bizim şarkımız/ Öyle bir aşk ki bu, biz göçüp gitsek de inan ölmeyek bizim şarkımız”
O şarkılar bir kez daha 25 Eylül Salı akşamı, Turkcell Kuruçeşme Arena'da Erol Evgin, Nükhet Duru ve Candan Erçetin ile Onur Mete, Sibel Gürsoy, Tuba Önal ve Zeynep Alasya'nın sesinden hayat bulacaklar. Çiğdem Talu ve Melih Kibar, aşkı bir kez daha anlatmak üzere o gece sizi, Boğaz'a karşı bekliyor olacak.
(Bu yazının bir bölümü Haziran 2012'de Remood.me dergisinde yer almıştır.)
Kaynaklar:
-Can Dündar'ın hazırladığı "Yüzyılın Aşkları" belgeseli
- Zeynep Talu ile yapılan özel röportaj
"Artık kendine bir hayat kurmalısın" diyor Çiğdem Talu, bir gün Melih Kibar'a. Hayata yenik düşüyor ve bu aşkı kalplerine kaldırıyorlar. Birlikte üretmeye devam edecekler, artık iki “iyi” dost olacaklar. Öyle istiyor ki Melih’in mutlu olmasını Çiğdem, onun nikah şahitliğini bile yapıyor. Kanser tedavisi gördüğü günlerde bu düğün için Londra'dan geliyor. Ama sonra bir gün Melih’e “Hisseli Harikalar Kumpanyası” müzikali için yazdığı bir şarkıda şu hüzünlü sözlerle veda ediyor: “Sen başkalarına benzeme sakın/ Hep böyle kal, hep bana yakın”
25 Mayıs 1975'te tanışıyorlar Melih ile Çiğdem. 8 sene 3 gün sürüyor dünya zamanıyla beraber yürüdükleri yol. Onlardan geriye 270 şarkı, 100'den fazla hit kalıyor. Yine tuhaftır, Melih Kibar, onu son kez, ilk tanıştıkları günün 8. yıl dönümünde; 25 Mayıs 1983’te görüyor, dört gün sonra da Çiğdem hayata veda ediyor. Ve bir gün Melih de Çiğdem'le aynı kaderi paylaşıyor. "Melih, annem gibi kanser olup, aynı devreleri geçirip Bebek Camisi'nden cenazesi kaldırılınca zamanı ve mekânı şaşırdım; annemin cenazesinde miyim yoksa Melih'in mi, karıştırdım. Çünkü insanlar aynı; yine Erol Evgin, İzzet Öz... Nükhet Duru'ya sarıldım. "23 sene evvel de buradaydık" dedim." diye anlatıyor o günü Zeynep Talu.
Çiğdem Talu, her ne kadar hayata sıkı sıkı bağlı olsa da, son ana kadar iyileşeceğine inansa da, bir gün kalemi de yenik düşüyor ve Londra’da bir gece hayata hüzünlü bir veda şarkısı bırakıyor. Ama yine güçlü, yine acısını içine gömüp, göstermeden,dik, gururlu... ..
“ Her duygu yıpranmış/Her bakış anlamsız/ Can bıkmış usanmış/ Can çökmüş zamansız/ Ben bu dünyadan/ Dosttan düşmandan/ Aldım payımı gidiyorum/ Günahlarımla, sevaplarımla/ Aldım başımı gidiyorum
Yıllar sonra, annesinin Londra'da tuttuğu not defterinde, kimselerin bilmediği ve bestelenmemiş bir şarkı sözüne rastlıyor Zeynep Talu. İşte o zaman bu vedanın, “aldım başımı gidiyorum” diyebilecek kadar da kolay olmadığını anlıyor...
" Bırakıp gidemiyorum
İlle de dört mevsim bahar olsun demiyorum
Kışıyla, kıyametiyle
Öyle güzel ki dünya
bir türlü bırakıp gidemiyorum..."
Geçtiğimiz yıl annesine, Melih’e, o büyük aşka bir şarkı yazıyor Zeynep. Onların penceresinden aşkı anlatan “Bizim Şarkımız” müzikalinin, hala aşk için nefes alanların, büyük sevebilenlerin, yarım kalan ama bitmeyen aşkların şarkısını söze döküyor. Zamana, kadere, hayata, bedene, eşyaya inat solmadan, sönmeden, ölmeden yaşayan bütün şarkılar gibi o aşkı yüzyıllara en çıplak, en tutkulu, en güzel haliyle anlatmak üzere kanatlanıyor “Bizim Şarkımız”... Çiğdem, fotoğraflardan ve şarkılardan gülümsemeye devam ediyor bize. Hala aşık, hala güzel, hala dünya iyisi... Melih de o utangaç gülüşüyle, başı öne eğik; piyanosuyla Çiğdem'le konuşmaya...
“Bir mucize gibi çıktın karşıma/ Bildiğim herşeyi unutturdu bana/ Hayallerimizden hiç vazgeçmedik/ Ve o günden beri biz hiç tükenmedik/ Öyle bir aşk ki bu, seneler geçse de yine söylenecek bizim şarkımız/ Öyle bir aşk ki bu, biz göçüp gitsek de inan ölmeyek bizim şarkımız”
O şarkılar bir kez daha 25 Eylül Salı akşamı, Turkcell Kuruçeşme Arena'da Erol Evgin, Nükhet Duru ve Candan Erçetin ile Onur Mete, Sibel Gürsoy, Tuba Önal ve Zeynep Alasya'nın sesinden hayat bulacaklar. Çiğdem Talu ve Melih Kibar, aşkı bir kez daha anlatmak üzere o gece sizi, Boğaz'a karşı bekliyor olacak.
(Bu yazının bir bölümü Haziran 2012'de Remood.me dergisinde yer almıştır.)
Kaynaklar:
-Can Dündar'ın hazırladığı "Yüzyılın Aşkları" belgeseli
- Zeynep Talu ile yapılan özel röportaj