İspanyol Darphanesi’nde bir Dali (La Casa De Papel)
Bir İspanyol fırtınası esti. Esmeye devam ediyor. Zenginler için kullandığımız “para basıyor” deyiminin -en azından bir dizide- gerçeğe dönüşmüş halini izlemek, biz maaşlı çalışanlar için bulunmaz nimetti. Sonuçta olmak istediğimiz yer ve olmak zorunda olduğumuz yer arasında bir darphane dolusu para kadar fark vardı. İki sezonu da bitirmiş biri olarak, spoilerin dibine vurmadan kıyıdan kıyıdan anlatayım diyorum bendeki “La Casa De Papel”i. (Ceren Ala yazdı. / Ceren.ala@ntv.com.tr)
Haberler 04.05.2018 - 14:27
-
Dizileri İngilizce izlemeye alışmışım. Bu durum başka dillere olan açlığımı artırmasının yanı sıra diğer dillere önyargılı yaklaşmama neden oldu. Bu sadece bana olmadı tabi. Ancak bir şeyi unutmuştum. İspanyolca ateşin, dansın, acının, kederin, bir olmanın diliydi. Ve bu dil bana ne kadar uzak olabilirdi?
-
-
Bir soyguncu çetesinin liderinin adı ne olabilir? Bu dizide “Profesör”. Uzman olduğun şeyin profesörü de olabilirsin di mi? Benim kendisine saygım sonsuz. Anarşist bir babanın oğlundan son isteği, hiçbir açığı bulunmayan, üstün zeka ürünü bir soygunu gerçekleştirmekse, o oğula düşen sorumluluk sahibi biri olup harekete geçmektir. Bu yanıyla biz yarı idealistleri ele geçiren Profesör, “kimseden çalmayacağız, kendi paramızı basacağız” önermesiyle “hırsız değiliz, hiç birimiz” rehavetini hem ekip arkadaşlarına hem de onları sevimli bulan biz izleyicilere aşılamış oldu.
-
Profesör olmak çok zordu. Ülkenin en iyi kanun kaçaklarını bulacak, onlara planı anlatacak, aklı havada olanlara özellikle anlatacak, birbirinden gece ile gündüz kadar farklı insanları kaynaştıracak, o insanların kalbine, bünyelerinde zerresi bulunmayan “güven” duygusunu ekecek vs vs... Tabi ki pratik, teori kadar mükemmel değildir. Dünyanın en güzel planını ancak şehirler yerle bir edebilir!
-
-
Berlin artık sadece bir şehir değil. Yani, kimlikleri açığa çıkmasın diye şehir isimleri alan kanun kaçakçıları sayesinde artık o şehirler sadece şehir değil. Berlin, Tokyo, Rio, Nairobi, Denver, Moskova, Oslo, Helsinki! Şehirlerin kendisi bu kadar renkli değildir, inanın!
-
BERLIN (Pedro Alonso): Soğuk, karanlık, çekici, iletişim gücü yerinde, yeraltında saklı bir hayatı barındıran, ikinci lider.
TOKYO (Úrsula Corberó): Renkli, içinden geleni yaşayan, süprizli, öfkeli bir kadın.
RIO (Miguel Herran): Gençliğin pınarını ruhundan akıtan, bilgisayar dehası.
NAIROBI (Alba Flores): Sonuca odaklı, güven duygusu en gelişmiş olanı, anne.
-
-
DENVER (Jaime Menéndez Lorente): Deli, cahil, her türlü belaya bulaşmış, ama bir şekilde ekibin en temizi.
MOSKOV (Paco Tous): Denver’in babası, oğluna sahip çıkmanın en kolay yolunun onu da ekibe dahil etmekten geçtiğine inanan fedakar baba.
HELSINKI (Darco Peric): Yeryüzünün en eşcinsel görünmeyen eşcinseli. Hep savaşmış. Hem savaşmış hem de hemşirelik yapmış.
OSLO (Roberto García Ruiz): Helsinki’nin en yakını. Gerekli olmadıkça hiç konuşmuyor. Yani konuşmuyor.
-
Saydığım ekibin üyelerini canlandıran oyunculardan sadece Tokyo yani Ursula Corbero’nun milyonluk takipçisi var. Diğerleri mütevazi takipçileriyle münzevi bir hayat sürüyor. Yine de ülkemde çokça sevilen karakterler, sosyal medya sayfalarından “Turkıye, sizı sevyorm” gibi mesajlar da paylaşmıyor değil. Karmaşayı severiz biz. 8 asi soyguncunun varlığı yetmezmiş gibi, onlarca rehinenin de yer aldığı darphane soygununu izlemek, kaosun yanı sıra kolay yoldan para kazanmakla da ilgili biraz. Tabi bu iş, yine başa dönersek ancak bir Profesör’ün ve güçlü bir Berlin’in varlığıyla sağlanabilir. Peki Dünyanın en güzel planını ancak şehirler nasıl yerle bir edebilir? Tabi ki “aşk”la!
-
-
Hala izlemeyen birileri varsa diye spoiler rüzgarından kaçınarak çok da süpriz olmayan bir açıklama yapıp, her işi bozabilecek tek güçlü duygunun “aşk” olduğunu söyleyebilirim. Yarınını düşünmeyen soyguncular için, “gelecek”; ölmekten korkan ve çıkış yolu arayan rehineler için “şimdi” aşk demek. Kocaman bir darphanede zamanı unutan insanları ayakta tutabilecek tek duygu “aşk”. Bu ulvi duygular denizinde kendimizi kandırmayalım. Babalar gibi aşk yaşayan da var ekipte. Afişe olan aşıklar, Stockholm sendromu yaşadığını düşünenler, kendini kandıranlar, baba olacaklar... Hepsinin birer dönmedolap gibi izleyeni başdöndürücü bir şekilde sarstığı aşk hikayelerinin en önemlisi ise Profesör ve müfettiş arasında yaşananı. Çünkü en plansızı, en yalancısı, en tutkulusu, en risklisi, en güzeli, en sadesi ve tabi ki en tehlikelisi!
-
Dolgun vücudu, kusurlu yüz hatları, tek başına onca erkeğin arasında var olmaya çalışan, içindeki yumuşacık kadını saklamak zorunda kalan ve bundan sonraki zamanını Profesör'ü ve ekibini yakalamaya adayan Müfettiş Raquel... Bence dizinin en güzel ve en özel kadını. (Tokyo’nun muazzam vücuduna duyduğum haseti saymazsak). O aşkı izlerken yeryüzünde tek bir doğru olamayacağını düşünüp durdum. Biri düzenin diğeri kaosun lideri. Birbiri içinde eriyen ying ve yang. İyi ve kötünün sürekli yer değiştirdiği bir tahterevalli. “Kimin tarafındasın?” diye sorarsanız, size cevabım Profesör’ün “para” ile ilgili konuşmasında gizlidir. Yumruklarımı sıkarak izlediğim o sahne, bütün dizinin özetidir.
-
-
Kırmızı tulumlu, Salvador Dali maskeli, cephaneli 8 şehir. Her biri kalbinde bir hikaye taşıyan rehineler. Polisler, uzmanlar, paralar, para basan makineler, tüneller, çatışmalar, ölümler, sevişmeler... “La Casa De Papel” hayatta kalmanın inceliklerini anlatan bir manifestodur.
-
Bir arada olmak için önyargıları yıkmak gerektiğini söyleyen bir özeleştiridir. “Aşk”ın görünmez bir sözleşme olduğunu ve iki taraf da dürüst olduğunda gerçek aşkın tüm dünyayı aydınlatacağına duyulan inançtır. Hepsinden öte, bir dizi olduğu gerçeğine dönersek, bence yılın en iyi işlerinden biridir.
-