Acıların tüm sahiplerinden sadece insan olarak özür dilediğini kaydeden Trabzon Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli Sosyal Hizmet Uzmanı Gülizar Mollamehmetoğlu, ''Keşke bu olanları hiç yaşamasalardı. Bu acılardan geçerken ellerinden tutup rehberlik etmeme izin verdikleri için onlara teşekkür ediyorum'' diye konuştu.
Kitap yayımlandıktan sonra büyük ilgi gördüğünü belirten Mollamehmetoğlu, kitapla ilgili maddi hiçbir kazancının olmadığını, gelirin Yetiştirme Çağındaki Çocukları Koruma Derneği Trabzon Şubesine verileceğini ifade ederek, ''Kitap ilk çıktıktan sonra bine yakını hemen satıldı. Kitap ile ağlayan çocukların, terk edilmiş insanların birileri tarafından fark edilmesini istiyorum'' dedi.
KURGU DEĞİL HAYATTAN
Yaşanmış olayların hüzünlendiren öykülerine tanıklık eden kitapta, babası ve kardeşi tarafından sürekli dövülen ve 17 yaşında evlenen, evlendikten sonra da kocası ve kayınvalidesi tarafından dövülmeye devam eden anne ve 2.5 yaşındaki çocuğun hikayesinden kısa bir bölüm şöyle anlatılıyor:
''Odamdan içeri giren 2,5 yaşında, soğuktan kızarmış elleri olan bir çocuktu. Annesinin gölgesinde çaresizdi. Çocuğunun girdiğini gören anne zaman kaybetmek istemeden bütün sabırsızlığıyla artık kapı ağzına gelmiş acısını çıkartmak için derin bir nefes aldı. 'Dün gece terminalde kaldık oğlumla. Bu sabah polisler buraya gelmemizi söyledi. Kalacak yerimiz yok gidecek yerimiz de.' Çok tanıdık cümleydi bu. Yüzüne baktığımda gördüm ki gencecik yüzü acıdan ve kederden kolları kesik izleriyle doluydu. Belli ki bu dünyada duracak hali de yoktu.
'Babamın içki parası, ağabeyimin harçlığını kazanmama rağmen ben ve oğlum kocaman eve sığamadık. Oğlumu dövmeye başladılar artık dayanamadım. O ara biriyle tanıştım. Bir şantiyede ustabaşıymış. 'Gelin benimle, evlenelim' dedi, 'yok' diyemedim. İki ay nikah istedim, tokat attı. Sonra öğrendim ki evliymiş. Dağ başında bir şantiyede en mutlu zamanlarımızdı oğlumla bağlama çaldığım saatler. Beni dövmesine ses çıkarmadım, ama oğluma tokat attı. Kuzum nasıl da ağladı. 'Sakın oğluma dokunma seni öldürürüm' dedim. O da kalktı oğluma bir daha vurdu. Sustum. Ben onu öldürürdüm ama beni tutuklu ettikleri yerde kuzum yaşamasın istedim. Sonra yıllardır sakladığım 57 liramı alıp yola çıktım. Trabzon'a ulaştığımızda paramız bitmişti."
''SİLAHIMI AL ABLA''
İl dışında çalışırken, habersiz eve gelen ve eşinin cep telefonunda başkasına ait mesajlar gören iki çocuk sahibi babanın hikayesinden ise bir bölüm de şöyle:
''İçeri girdi. 'Derdimi bırakacak kapı arıyorum, kapı burası mı' dedi. 'Sen derdini söyle, kapı burası değilse bile en azından doğru kapıyı gösteririm' dedim. Sustu. Gözlerini gözlerime dikti. Hınçla baktı. Yalnız görüşmemizi istedi. Görüşme odasına çıktık. Masanın üzerine bir silah bıraktı. 'Çocuklarımı emanet edeceğim yeri arıyorum abla, karımı öldüreceğim' dedi. 'Doğru yerdesin' dedim. Bu kadar iyi babaları varken bu programı tek başıma yapmamın yanlış olacağını ifade ettim. Gözleri doldu. Ağlamak istemediği ısırıp ısırıp bir türlü kanatamadığı dudaklarından belliydi. Canlarını emanet etmek isteyip, can almak isteyen bir babaya bakıyordu gözlerim.
'Para kazanmak için sık sık gurbete çıkardım. İki ve bir yaşlarında iki tane çocuğum var. Çocuklarım doğduktan sonra daha çok çalıştım. Sonra bir akşam sürpriz yapmak için çalıştığım il dışından eve erken döndüm. Eşim banyodaydı. Şeytan dürttü, eşimin cep telefonunu karıştırdım. Başka birinden gelen mesajları gördüm. Banyodan çıkan eşim yüzüme baktığında elimdeki telefonu görüp koşarak kaçmaya başladı. Peşinden gidecektim, küçük oğlumun ağlamasını duydum. Divanın kenarından düşmek üzereydi. Koştum yakaladım oğlumu. Ne var ki onu beşiğini koyduğumda eşim kaçmıştı' dedi.
Karşımda duran onuru yaralı, babalığı koşulların inisiyatifinde olmayan fakat gerçekten iyi bir babaydı. Koparıp atılmış bir yanı için çıldırıyordu. Onu, karnının zayıf olduğunu gördüğüm yerinden yakaladım, babalığından.
Altı ay sonra odamda otururken kapı açıldı. İçeri girdi. Çocukları iyiydi ve babaları başlarındaydı. Aldatılan, aldatandan hep daha fazla utanmıştır.''
''TORUNUMU DEVLETE BIRAKMAK İSTİYORUM''
Oğlu ve gelini trafik kazasında ölen ve 10 yaşındaki kız torunu ile tek başına yaşayan yaşlı bir dedenin hikayesi de şu satılarla anlatılıyor:
''Merkezden ayrılıp dağ köylerinden birine çıktık. Bu köy oldukça uzak ve yüksekti. Sanki terk edilmişti. Evi uzaktan görüp bacasından çıkan dumanı fark ettiğimde birazcık rahatladım. Bu bile işaretti içerde yaşamın sürdüğüne, ısınıldığına, yemek yapıldığına. Eve girdiğimde hissetiğim sıcaklık ve hüzündü. Yaşlı bir adam sobanın yanındaki divanda uzanmaktaydı. Omuzları çökmüş upuzun beyaz sakallı bu adam toparlanıp kalkmaya çalıştı.
'Oğlum 5 yıl önce karısıyla beraber Zonguldak'ta geçirdikleri trafik kazasında öldü. Ondan geri bir torunum kaldı. Önceleri çok kızdım, neden benden önce benim tek oğlumu aldı diye. Karım sağken birlikte dayandık acıyla, torunuma ikimiz baktık. Ama iki sene önce karım da öldü. Torunum şimdi on yaşında. Yeni taze fidan gibi öksüzüm, ben kururken. İyi geliyor bana. Ama hastalığım çok ilerledi. Korkuyorum. Eve gelmezse düşüp arayamaz bu ayaklar. Aç kalsa toprağı kazıp çıkarmaz bu eller'' dedi ağladı.
'Torunumu kimseye emanet edemem. Devletime emanet etmek istiyorum. Kimseye bırakamam torunumu' diyerek devam etti cümlelerine.
TEK BAŞINA BIRAKILAN YAŞLI KADIN
Kocası ölen, çocuğu olmayan ve akrabaları tarafından da terk edilen bir kadının hikayesinden bazı bölümler şu şekilde kitapta yer aldı:
''Polislerle birlikte geldi. 'Hayırlı işler kızım, kolay gelsin. Kusura bakmayın memurları da sizi de rahatsız ediyorum' dediğinde, içinde insan olan hiçbir konuda tümevarım olmadığına karar verdim.
'Kocam 7 sene önce öldü. Çok yalvardım, çok uğraştım, çok istedim ama olmadı çocuğum. Akrabaları bakmaya başladı beni. Zamanla kaldığım evlerde kavgalar çıkmaya başladı. Zaman içinde kaldığım evlerdeki odadaki yatağım koridorlara taşınmaya başladı bahanelerle. Son kaldığım evden de gönderildim. Bir akşam yeğenim, 'Seni terminale götürüyorum' dedi. 'Kim karşılayacak beni' dedim. 'Ben arayacağım akrabaları' dedi. Trabzon'a geldim. Saatlerce bekledim kimse gelmedi.'
Ne kadar kolaydır bir otobüse koca bir hayatı sıkıştırıp başından savmak. Ellerinden bastonları alındığında düşmezler, ihtiyarların dayanağı bastonlar değil, sırtlarını yasladıkları canlı duvarlar ve yalnızlıklarında kendilerine yankılanan insan sesleridir. Yanlış biliriz, ihtiyarlar el öptürmeyi beklemezler bayramlarda, el vermek isterler aslında kendilerinden arda kalanlara.''
''ESKİ BİR KÖMÜRLÜK ODAYA"
Hasta annesiyle kalan ve babası kendilerini terk eden bir çocuğun hikayesi de şöyle öykülendiriliyor:
''İsmi Mert'ti. O daracık köhne evlere dolu buram buram kızgın yağ, is, kanalizasyon hepsinin toplamı yoksulluk kokan sokakta arkadaşları çağırdı onu resmi aracın yanına. Bu onu ilk görüşümdü ve hep unutmayışım olacaktı. O aracın önünde yürüyerek götürdü beni kendisinin evim dediği, hayatın yuva olarak verdiği, eski bir kömürlük odaya. İçeride eski bir kilim, minder ve soba vardı. Ama bunların varlığı da hemen algılanmıyordu. O karanlık içinde ilk görülen, zayıf, hastalığın etkisiyle cildi kararmış, güçlükle ayakta duran gözleri ürkek kadındı.
Durdu ve bütün gücünü toplayıp kendi kırılgan haline tezat keskin bir sesle:
'Ben oğlumu vermem, niye geldiniz' dedi ve ''Oğlum olduğunda ilk defa benim bir şeyim oldu. Hep başkalarının eşyalarını giydim. Kocam bile benim olmadı'' diye devam etti.
Kocası hastalığı ilerlediği zaman onları terk etmiş, 4 yıldır kocası hiç arayıp sormuyormuş.
Aile desteklenmeye başladı. O çocuktan gelen ilk çiçekti yaşamım boyunca aldığım en ezen, en ağır hediye. Ayda kendine bağlanan 200 liradan, bana da bir demet karanfil parası düşürmüştü, o kocaman taklidi yapan küçük çocuk.''
Kitap yayımlandıktan sonra büyük ilgi gördüğünü belirten Mollamehmetoğlu, kitapla ilgili maddi hiçbir kazancının olmadığını, gelirin Yetiştirme Çağındaki Çocukları Koruma Derneği Trabzon Şubesine verileceğini ifade ederek, ''Kitap ilk çıktıktan sonra bine yakını hemen satıldı. Kitap ile ağlayan çocukların, terk edilmiş insanların birileri tarafından fark edilmesini istiyorum'' dedi.
KURGU DEĞİL HAYATTAN
Yaşanmış olayların hüzünlendiren öykülerine tanıklık eden kitapta, babası ve kardeşi tarafından sürekli dövülen ve 17 yaşında evlenen, evlendikten sonra da kocası ve kayınvalidesi tarafından dövülmeye devam eden anne ve 2.5 yaşındaki çocuğun hikayesinden kısa bir bölüm şöyle anlatılıyor:
''Odamdan içeri giren 2,5 yaşında, soğuktan kızarmış elleri olan bir çocuktu. Annesinin gölgesinde çaresizdi. Çocuğunun girdiğini gören anne zaman kaybetmek istemeden bütün sabırsızlığıyla artık kapı ağzına gelmiş acısını çıkartmak için derin bir nefes aldı. 'Dün gece terminalde kaldık oğlumla. Bu sabah polisler buraya gelmemizi söyledi. Kalacak yerimiz yok gidecek yerimiz de.' Çok tanıdık cümleydi bu. Yüzüne baktığımda gördüm ki gencecik yüzü acıdan ve kederden kolları kesik izleriyle doluydu. Belli ki bu dünyada duracak hali de yoktu.
'Babamın içki parası, ağabeyimin harçlığını kazanmama rağmen ben ve oğlum kocaman eve sığamadık. Oğlumu dövmeye başladılar artık dayanamadım. O ara biriyle tanıştım. Bir şantiyede ustabaşıymış. 'Gelin benimle, evlenelim' dedi, 'yok' diyemedim. İki ay nikah istedim, tokat attı. Sonra öğrendim ki evliymiş. Dağ başında bir şantiyede en mutlu zamanlarımızdı oğlumla bağlama çaldığım saatler. Beni dövmesine ses çıkarmadım, ama oğluma tokat attı. Kuzum nasıl da ağladı. 'Sakın oğluma dokunma seni öldürürüm' dedim. O da kalktı oğluma bir daha vurdu. Sustum. Ben onu öldürürdüm ama beni tutuklu ettikleri yerde kuzum yaşamasın istedim. Sonra yıllardır sakladığım 57 liramı alıp yola çıktım. Trabzon'a ulaştığımızda paramız bitmişti."
''SİLAHIMI AL ABLA''
İl dışında çalışırken, habersiz eve gelen ve eşinin cep telefonunda başkasına ait mesajlar gören iki çocuk sahibi babanın hikayesinden ise bir bölüm de şöyle:
''İçeri girdi. 'Derdimi bırakacak kapı arıyorum, kapı burası mı' dedi. 'Sen derdini söyle, kapı burası değilse bile en azından doğru kapıyı gösteririm' dedim. Sustu. Gözlerini gözlerime dikti. Hınçla baktı. Yalnız görüşmemizi istedi. Görüşme odasına çıktık. Masanın üzerine bir silah bıraktı. 'Çocuklarımı emanet edeceğim yeri arıyorum abla, karımı öldüreceğim' dedi. 'Doğru yerdesin' dedim. Bu kadar iyi babaları varken bu programı tek başıma yapmamın yanlış olacağını ifade ettim. Gözleri doldu. Ağlamak istemediği ısırıp ısırıp bir türlü kanatamadığı dudaklarından belliydi. Canlarını emanet etmek isteyip, can almak isteyen bir babaya bakıyordu gözlerim.
'Para kazanmak için sık sık gurbete çıkardım. İki ve bir yaşlarında iki tane çocuğum var. Çocuklarım doğduktan sonra daha çok çalıştım. Sonra bir akşam sürpriz yapmak için çalıştığım il dışından eve erken döndüm. Eşim banyodaydı. Şeytan dürttü, eşimin cep telefonunu karıştırdım. Başka birinden gelen mesajları gördüm. Banyodan çıkan eşim yüzüme baktığında elimdeki telefonu görüp koşarak kaçmaya başladı. Peşinden gidecektim, küçük oğlumun ağlamasını duydum. Divanın kenarından düşmek üzereydi. Koştum yakaladım oğlumu. Ne var ki onu beşiğini koyduğumda eşim kaçmıştı' dedi.
Karşımda duran onuru yaralı, babalığı koşulların inisiyatifinde olmayan fakat gerçekten iyi bir babaydı. Koparıp atılmış bir yanı için çıldırıyordu. Onu, karnının zayıf olduğunu gördüğüm yerinden yakaladım, babalığından.
Altı ay sonra odamda otururken kapı açıldı. İçeri girdi. Çocukları iyiydi ve babaları başlarındaydı. Aldatılan, aldatandan hep daha fazla utanmıştır.''
''TORUNUMU DEVLETE BIRAKMAK İSTİYORUM''
Oğlu ve gelini trafik kazasında ölen ve 10 yaşındaki kız torunu ile tek başına yaşayan yaşlı bir dedenin hikayesi de şu satılarla anlatılıyor:
''Merkezden ayrılıp dağ köylerinden birine çıktık. Bu köy oldukça uzak ve yüksekti. Sanki terk edilmişti. Evi uzaktan görüp bacasından çıkan dumanı fark ettiğimde birazcık rahatladım. Bu bile işaretti içerde yaşamın sürdüğüne, ısınıldığına, yemek yapıldığına. Eve girdiğimde hissetiğim sıcaklık ve hüzündü. Yaşlı bir adam sobanın yanındaki divanda uzanmaktaydı. Omuzları çökmüş upuzun beyaz sakallı bu adam toparlanıp kalkmaya çalıştı.
'Oğlum 5 yıl önce karısıyla beraber Zonguldak'ta geçirdikleri trafik kazasında öldü. Ondan geri bir torunum kaldı. Önceleri çok kızdım, neden benden önce benim tek oğlumu aldı diye. Karım sağken birlikte dayandık acıyla, torunuma ikimiz baktık. Ama iki sene önce karım da öldü. Torunum şimdi on yaşında. Yeni taze fidan gibi öksüzüm, ben kururken. İyi geliyor bana. Ama hastalığım çok ilerledi. Korkuyorum. Eve gelmezse düşüp arayamaz bu ayaklar. Aç kalsa toprağı kazıp çıkarmaz bu eller'' dedi ağladı.
'Torunumu kimseye emanet edemem. Devletime emanet etmek istiyorum. Kimseye bırakamam torunumu' diyerek devam etti cümlelerine.
TEK BAŞINA BIRAKILAN YAŞLI KADIN
Kocası ölen, çocuğu olmayan ve akrabaları tarafından da terk edilen bir kadının hikayesinden bazı bölümler şu şekilde kitapta yer aldı:
''Polislerle birlikte geldi. 'Hayırlı işler kızım, kolay gelsin. Kusura bakmayın memurları da sizi de rahatsız ediyorum' dediğinde, içinde insan olan hiçbir konuda tümevarım olmadığına karar verdim.
'Kocam 7 sene önce öldü. Çok yalvardım, çok uğraştım, çok istedim ama olmadı çocuğum. Akrabaları bakmaya başladı beni. Zamanla kaldığım evlerde kavgalar çıkmaya başladı. Zaman içinde kaldığım evlerdeki odadaki yatağım koridorlara taşınmaya başladı bahanelerle. Son kaldığım evden de gönderildim. Bir akşam yeğenim, 'Seni terminale götürüyorum' dedi. 'Kim karşılayacak beni' dedim. 'Ben arayacağım akrabaları' dedi. Trabzon'a geldim. Saatlerce bekledim kimse gelmedi.'
Ne kadar kolaydır bir otobüse koca bir hayatı sıkıştırıp başından savmak. Ellerinden bastonları alındığında düşmezler, ihtiyarların dayanağı bastonlar değil, sırtlarını yasladıkları canlı duvarlar ve yalnızlıklarında kendilerine yankılanan insan sesleridir. Yanlış biliriz, ihtiyarlar el öptürmeyi beklemezler bayramlarda, el vermek isterler aslında kendilerinden arda kalanlara.''
''ESKİ BİR KÖMÜRLÜK ODAYA"
Hasta annesiyle kalan ve babası kendilerini terk eden bir çocuğun hikayesi de şöyle öykülendiriliyor:
''İsmi Mert'ti. O daracık köhne evlere dolu buram buram kızgın yağ, is, kanalizasyon hepsinin toplamı yoksulluk kokan sokakta arkadaşları çağırdı onu resmi aracın yanına. Bu onu ilk görüşümdü ve hep unutmayışım olacaktı. O aracın önünde yürüyerek götürdü beni kendisinin evim dediği, hayatın yuva olarak verdiği, eski bir kömürlük odaya. İçeride eski bir kilim, minder ve soba vardı. Ama bunların varlığı da hemen algılanmıyordu. O karanlık içinde ilk görülen, zayıf, hastalığın etkisiyle cildi kararmış, güçlükle ayakta duran gözleri ürkek kadındı.
Durdu ve bütün gücünü toplayıp kendi kırılgan haline tezat keskin bir sesle:
'Ben oğlumu vermem, niye geldiniz' dedi ve ''Oğlum olduğunda ilk defa benim bir şeyim oldu. Hep başkalarının eşyalarını giydim. Kocam bile benim olmadı'' diye devam etti.
Kocası hastalığı ilerlediği zaman onları terk etmiş, 4 yıldır kocası hiç arayıp sormuyormuş.
Aile desteklenmeye başladı. O çocuktan gelen ilk çiçekti yaşamım boyunca aldığım en ezen, en ağır hediye. Ayda kendine bağlanan 200 liradan, bana da bir demet karanfil parası düşürmüştü, o kocaman taklidi yapan küçük çocuk.''