Tarih silsilesinde, bütün toplumların bilinçaltında olan büyük tufan düşüncesi ile ilgili tek tanrılı dinlerin deyişlerinden Dogon kabilelerinin fikirlerine kadar çok şeyler paylaştık. Dogon’ların ilginç bilgileri ile farklı görüş ve bakış açılarına kapı açtık. Bunun yanında Hopi Kızılderililerinin ve pek çok başka uygarlığın söylediği Dogon mitlerinde söylenmesi kesinlikle beyaz insana yasaklanmış olan bir düşünceyi de sizlerle paylaşmak istiyorum.
İlk olarak İngiliz albay ve gezgin James Churchward’ın Hindukuş Dağlarında ve Tibet’te yaptığı araştırmalara dayanan ve bunlar ile ilgili yazılan altı önemli kitapta konu edilen Mu kıtasından bahsedelim.
Churchward araştırmalarında, büyük okyanusta şu an Mikronezya denilen bölgede, Asya kıtası ve Amerika kıtası arasında, Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde bir kıta olduğunun bilgisi ile karşılaşmıştır. Bu kıtanın, Platon’un Critias eserinde adı geçen Atlantis kıtası gibi bir efsane olduğu düşünülür. Levha tektoniği konusunda yapılan araştırmalar ne kadar yetersiz olsa da, şu ana kadar böyle bir kıtanın varlığı ile ilgili bilimsel bir bulgu yoktur.
Fakat, büyük okyanusun büyüklüğü göz önüne alındığında bu görüşü destekleyecek bilime henüz sahip olmadığımız görünmektedir. Churchward, geçmişte, üzerinde ileri bir uygarlığın bulunduğu bu kıtanın büyük depremler ve felaketler sonucu parçalanarak yıkıldığını söyler. Bu konu hakkında yapılan detaylı araştırmalar, tüm “bölge” halklarının; yani, Samoa yerlilerinin, Çin, Kore ve Japon topluluklarının, tüm Latin Amerika’nın ve Anasaziler’in ortak bir görüşte birleştiklerini gösterir. Hepsinin geldiği, 4 ayrı insan ırkının birlikte yaşadığı ve ilk insanın doğduğu kıtanın, Mu kıtası, kutsal kadim deyişler ile Om kelimesi ile anılan yer olduğunu savunurlar.
Çivi yazıları ve Çin’deki pramidal yapılar üzerinde yapılan çalışmalarda, bu yazıların ve yapıların gerçekten de 14 000 yıllık bir geçmişe sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Churchward, Tibet’te yaptığı araştırmalardan sonra, o zamanın önemli arkeologlarından olan doktor William Niven ile birlikte Meksika’da da çalışmıştır. Tibet’te bulunan tabletlere “Naacal Tabletleri” ismi verilmiştir. Bunun yanında mayaların gizemli şehri Uxal’da yapılan çalışmalarda da bu tabletlere benzeyen tabletler ile karşılaşmıştır. Geçmişin bu yazılı dokümanlarının, Karbon 14 testleri ile bilimsel olarak 14.000 yıl olduğu ispat edilmiştir.
Bunun yanında Mexico City‘nin kuzeyinde yapılan kazılarda, Naga-Maya dili denilen bir dilde yazılan 2600 tablet daha bulunmuştur. Karbon 14 testi bu tabletlerin de en az 12.000 yıllık olduğunu göstermektedir. Bu görüşlere göre yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı yer Mu kıtasıdır. Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan 3 ana kara parçasından oluşan dev bir kıta olarak bilinmektedir. Kıtanın iki büyük adası arasında büyük bir tuzlu bataklık bölgesi mevcuttur. Bunun yanında da bu büyük kıtanın çevresinde de belli takımadalar vardır. Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Malinezya takımadalarını oluşturan adalar, Şili’nin açıklarında bulunan Juan Fernandez adası ve Paskalya adası da, muhtemelen bu kıtadan arta kalan parçalardır.
Kıta büyük depremler ve büyük tektonik fay hareketleri sonucu, dünyanın yaşadığı kozmik bir anomaliden dolayı parçalara ayrılmış, M.Ö. 12000 tarihlerinde 60 milyon üzeri nüfus ile sulara gömülmüştür. Batışın bir anda olmadığı, 2 veya 3 ayrı felaket ile birlikte 40 yıllık bir süre içinde bu kıta sisteminin yok olduğu düşünülmektedir. Elimizdeki kaynaklar, bu kıtada 80.000 yıl önce de tek tanrılı bir dinsel düşüncenin hakim olduğunu, yaklaşık 70.000 yıl önce uygarlığın folklor ve kültürel bir yapı oluşturacak duruma geldiğini göstermektedir.
Mu, dünya üzerinde 26. paralel civarında Mexico City, Mısır ve şu anki Tibet’in de bulunduğu 3 bölgede çeşitli koloniler kurmuştur ve bu koloniler de kıta haricinde 3 ana düşünce merkezinden dünyaya belli şekillerde yayılmaya başlamıştır. Dikkat ederseniz dünya üzerinde çıkan 3 büyük kültürün, Mısır, Maya-Aztek, Hint-Tibet kültürlerinin 26. paralel civarında olduğu görünür.
Mu, tüm kolonilerinde, ruhun ölümsüzlüğünü ve çeşitli aşamalar ile yükselişini savunduğu piramidal yapıları ve piramitsel yerleşim alanlarını kullanan bir kültürdür. Dünya üzerinde tüm önemli piramitlerin bulunduğu bölge 26. paralel ve yakınlarıdır. Mesela, Mısır’daki 3 piramit ve büyük piramidal kompleksler, büyük Maya ve İnka piramitleri, Kuzey Hindistan’da bulunan bazı piramidal yapılar ve Çin’de bulunan 400‘e yakın piramit hemen hemen aynı hat üzerindedir. Şu an için Mısır piramitleri ve Meksika piramitleri üzerinde yapılan araştırmalar devam etmektedir ancak Çin’deki hükümet ve siyasi yapı yüzünden araştırmalarına izin verilmemektedir.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırları içinde kalan Xian şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Dağlarında M.Ö. 15.000 civarında yapıldığı düşünülen 300 metre yüksekliğinde dünyanın en büyük piramidi bulunmaktadır. Dünyadaki en büyük piramit Mısırdaki Keops değil, Çin’deki bu Beyaz Piramit’tir.
Bu piramitlerin Mısır piramitlerinden farkı, Mısır piramitlerinden yaklaşık olarak 2 kat daha büyük olmaları ama araştırılmamış olmalarıdır. Bu piramitlerin eski Türklere ait olduğuna da dair bazı varsayımlar vardır.
Bunun yanında Meksika’da Uxmal, Bolivya’da Tiahuanaco piramitleri de yeterince araştırılamamış yapılardandır. Dünya üzerinde nasıl yapıldığı anlaşılamamış pek çok piramit vardır. Bunların bazılarının Türk’lere ait olduğuna dair bazı araştırmalar olsa da, o dönemdeki tarihsel kayıtlar çok yeterli değildir.
Büyük felaketten sonra bu kıtadan Kuzey ve Güney Amerika’ya, Mısır’a ve Çin’e büyük göçler olmuştur. Bunların her birinin hikayesinde büyük bir felaketten kaçan insanlara yol gösteren önemli bir kahramandan bahsedilir. Hawai yerlileri buna Nau derler. Hopiler, Sirius yıldızından gelen atalarının okyanus ortasında büyük bir adaya yerleştiğini ve onların soyunun da, Nangoşe tarafından kurtarıldığını söylerler. Elimizdeki kaynakları sağlayan çeşitli kültürlere ait kayıtlar bulunmaktadır. En önemlisi tüm diller arasında bazı semitik bağlantılar kurulmaya çalışılmış ve bu semitik bağlantıların sonucunda da, pek çok dilin tek bir dil kalıbından, kök bir dilden türediği görülmüştür.
Bu arada ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, Mu kıtası ile ilgili araştırmalar için, o zamanki Meksika büyük elçisi Tahsin Mayakon’a Maya kültürünü inceletmiş, 2012 ve Maya kehanetleri ile ilgili çalışmalar yaptırmış, o zamanki Türk Dil Kurumu başkanı sayın İbrahim Necmi Dilmen ile birlikte önemli bir araştırma projesine imza atmıştır.
Bu konuda hazırlanmış raporların her biri bir kitapçık uzunluğunda olup, Orta Amerika kültürü, Mu kıtası, tüm dünyadaki tek tanrı inancı, Türk dili ile Maya dili arasındaki benzerlikler hakkında önemli çalışmaları içermektedir. Atatürk, Mayatepek’in James Churchward’ın çalışmaları hakkındaki bilgileri aktarmasından sonra kendisini Türkiye’ye davet etmiş, Ancak James Churchward’ın yaşı nedeni ile bu gerçekleşememiştir. Ancak çalışmalarını desteklemiş, onun kitaplarını Türkçe’ye çevirtmiş, bunun yanında da Maya kültürü ile Türk kültürü arasındaki folklorik bağlantıları incelemiştir.
Bu çalışmanın sonucunda Türk ve Maya dillerinde birbirlerine benzeyen kelimeler ve dil grupları görülmüştür. Örneğin Türkçe’deki Tepe sözcüğü Maya lisanında Tepek’tir. Bu çalışmalar sonrasında, çalışmalarından memnun kaldığı Tahsin Mayakon’un soyadını Mustafa Kemal, Tahsin Mayatepek olarak değiştirmiştir. Bu çalışmaların bir kısmı Anıtkabir kitaplığında hala bulunmaktadır. Peki bu araştırmaların içeriğinde neler vardı?
Tahsin Mayatepek’in ve James Churchward’ ın yaptığı araştırma sonucu bulananlar şunlardır.
1. M.Ö. 15.000 civarında Pasifik okyanusunda, deniz yolu ile uzak, ekvator iklimine yakın, insanların mutlu yaşadıkları, din kitaplarında cenneti temsil eden motiflerin, büyük şelalelerin, zehirli olmayan hayvanların, verimli düzlüklerin ve ovaların oluşturduğu çok verimli bir kıta vardı. Şu anda da olduğu gibi, bu kıta zaman zaman Okyanus tektoniği ve levha hareketleri yüzünden büyük deprem hareketlerine maruz kalırdı ve sonuçta kıta parçalara ayrılarak yok oldu.
2. Kıtada 4 ayrı insan grubu yaşardı ve onlar bu dünyaya bir başka ana vatandan geldiklerine inanırlardı. Anavatanlarının neresi olduğu tespit edilememişti. Hopi ve Dogonlar buna Sirius derlerdi. Fakat bunun gerçekliğini kanıtlayacak arkeolojik tablet ve gözlem bulunmamaktadır.
3. Mu kültürü, tek bir tanrıya tapar. Bu tek tanrıya güneş ile sembolize ederek Ra ismini verirlerdi. Mısır’daki Ra ile hemen hemen aynı özellikler gösteren, tek bir tanrıyı temsil ediyordu. Mu dil ve dininin esası ruhun ölümsüzlüğü ve bireyin yeniden doğması üzerine idi. Ra aslında güneş anlamına gelirdi. Daire tek tanrıyı simgelemek için kullanılan O veya tanrıyı sembolize eden bir işaretti. Yöneticilik ve aristokrasi, babadan oğula geçmez, kişiler, toplum içindeki başarı ve üretimi ile doğru orantılı bir şekilde seçilirdi. İnsanlar, yeniden doğuş, ruh göçü gibi inançlara sahip idi. Tahsin bey, Atatürk’ün ölümüne kadar Meksika büyükelçiliği görevinde kaldı. Kendisi, Maya’lar ve Türkler arasındaki ilişki ve bağlantıyı bulması için görevlendirilmişti.
Sonuç;
Dünyanın bundan önce 15 000 ila 40 000 yıl arasında bir dönemde büyük bir felaket geçirdiği ve büyük felaketin güneşin yaratmış olduğu manyetik fırtınalardan ve belli dönemlerde gerçekleşen güneş periyotlarından kaynaklandığına dair elimizde pek çok kanıt ve bilgi bulunmaktadır.
Güneş sisteminin merkez yıldızı güneşin, standart hareketleri dışında, belli periyotlarda farklı ışıma ve ısı yaydığı zaten bilinmektedir. Yalnızca yakın tarih uygarlığımız ve kültürümüz 5,000 yıllık bu kısa dönem içinde buna benzeyen 2 olay yaşamıştır: 1,100’lü yılların ortalarından 1700’lü yılların başlarına kadar dünyanın belli bölgelerinde küçük buzul çağları yaşanmıştır.
Son 50 yıldan beri güneşi izlemekteyiz. Güneşin eş zamanlı hareketlerini elimizdeki bilim ile tam anlamı ile çözmüş değiliz. Belli periyotlar ile güneşin hareketlerindeki değişkenlikler, güneş patlamalarının aşırı yükselişi, aktivitenin çoğalması, dünyanın manyetik kalkanının bu problemi veya bu kadar yüksek sayıdaki parçacığı karşılayamaması sonucu çok çeşitli felaketler olmuş olabilir. Son olarak aslında Nuh peygamberin veya Nuh adı ile anılan kişinin kozmik bir kişilik, bir kurtarıcı veya bir peygamber olmasından ziyade tüm toplumların bilinçaltına yerleşmiş olan bu felaketi temsil eden ortak bir sembol olduğu görülmektedir.
Hopiler ve Mayaların, Dogon’ların ve eski Çin yazıtlarının ortak söylemini, bunun ileride yeniden olacağı, insan ırkının çok daha büyük bir felaket ile yeniden karşılaşacağı kehanetidir.
Hopi rahipleri ve Dogon rahipleri bu konu hakkında konuşmaktan kaçınırlar ve karşı konulmaz sonun bir gün modern insanı yıkacağını söylerler. Mayalar ise bu konuda 2012’ye doğru yaklaşırken, doğal felaketlerin artacağı , güneşin anormalleşeceği, 21 Aralık 2012’den sonrada belli bir süre sonunda dünyanın büyük felaketlere uğrayacağını ifade etmişlerdir.
Modern bilim ise, bize son yüzyıl içinde dünyanın hızla ısındığını, sera etkisi sebebi ile mevsimlerin anormalleştiğini, kutup buzullarının hızla eridiğini, önümüzdeki 50 yıl içinde okyanusların bir kaç metre kadar yükselebileceğini söylemektedir. Tabii bunun yanında ilginç olan, Amerikan Uzay Birliği Nasa’nın güneş ile ilgili araştırmalar için gönderdiği Soho uydusunun tespitleridir.
2012 yılının Haziran’ından itibaren güneşte çok büyük patlamalar olacağı, son yüzyılda görülmemiş kadar büyük güneş aktivitelerinin önümüzdeki 10 yıl içinde gerçekleşeceği bilinmektedir. Bilim, antik Maya’ların kehanetini neredeyse çeşitli araçları ile doğrulamaktadır. 21 Aralık 2012’de dünyanın sonu gelmese bile, sonun başlangıcı hızla yaklaşmaktadır. Son kavramına bakış açımı anlatan yazıları da sizler için hazırlıyorum.
İlk olarak İngiliz albay ve gezgin James Churchward’ın Hindukuş Dağlarında ve Tibet’te yaptığı araştırmalara dayanan ve bunlar ile ilgili yazılan altı önemli kitapta konu edilen Mu kıtasından bahsedelim.
Churchward araştırmalarında, büyük okyanusta şu an Mikronezya denilen bölgede, Asya kıtası ve Amerika kıtası arasında, Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde bir kıta olduğunun bilgisi ile karşılaşmıştır. Bu kıtanın, Platon’un Critias eserinde adı geçen Atlantis kıtası gibi bir efsane olduğu düşünülür. Levha tektoniği konusunda yapılan araştırmalar ne kadar yetersiz olsa da, şu ana kadar böyle bir kıtanın varlığı ile ilgili bilimsel bir bulgu yoktur.
Fakat, büyük okyanusun büyüklüğü göz önüne alındığında bu görüşü destekleyecek bilime henüz sahip olmadığımız görünmektedir. Churchward, geçmişte, üzerinde ileri bir uygarlığın bulunduğu bu kıtanın büyük depremler ve felaketler sonucu parçalanarak yıkıldığını söyler. Bu konu hakkında yapılan detaylı araştırmalar, tüm “bölge” halklarının; yani, Samoa yerlilerinin, Çin, Kore ve Japon topluluklarının, tüm Latin Amerika’nın ve Anasaziler’in ortak bir görüşte birleştiklerini gösterir. Hepsinin geldiği, 4 ayrı insan ırkının birlikte yaşadığı ve ilk insanın doğduğu kıtanın, Mu kıtası, kutsal kadim deyişler ile Om kelimesi ile anılan yer olduğunu savunurlar.
Çivi yazıları ve Çin’deki pramidal yapılar üzerinde yapılan çalışmalarda, bu yazıların ve yapıların gerçekten de 14 000 yıllık bir geçmişe sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Churchward, Tibet’te yaptığı araştırmalardan sonra, o zamanın önemli arkeologlarından olan doktor William Niven ile birlikte Meksika’da da çalışmıştır. Tibet’te bulunan tabletlere “Naacal Tabletleri” ismi verilmiştir. Bunun yanında mayaların gizemli şehri Uxal’da yapılan çalışmalarda da bu tabletlere benzeyen tabletler ile karşılaşmıştır. Geçmişin bu yazılı dokümanlarının, Karbon 14 testleri ile bilimsel olarak 14.000 yıl olduğu ispat edilmiştir.
Bunun yanında Mexico City‘nin kuzeyinde yapılan kazılarda, Naga-Maya dili denilen bir dilde yazılan 2600 tablet daha bulunmuştur. Karbon 14 testi bu tabletlerin de en az 12.000 yıllık olduğunu göstermektedir. Bu görüşlere göre yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı yer Mu kıtasıdır. Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan 3 ana kara parçasından oluşan dev bir kıta olarak bilinmektedir. Kıtanın iki büyük adası arasında büyük bir tuzlu bataklık bölgesi mevcuttur. Bunun yanında da bu büyük kıtanın çevresinde de belli takımadalar vardır. Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Malinezya takımadalarını oluşturan adalar, Şili’nin açıklarında bulunan Juan Fernandez adası ve Paskalya adası da, muhtemelen bu kıtadan arta kalan parçalardır.
Kıta büyük depremler ve büyük tektonik fay hareketleri sonucu, dünyanın yaşadığı kozmik bir anomaliden dolayı parçalara ayrılmış, M.Ö. 12000 tarihlerinde 60 milyon üzeri nüfus ile sulara gömülmüştür. Batışın bir anda olmadığı, 2 veya 3 ayrı felaket ile birlikte 40 yıllık bir süre içinde bu kıta sisteminin yok olduğu düşünülmektedir. Elimizdeki kaynaklar, bu kıtada 80.000 yıl önce de tek tanrılı bir dinsel düşüncenin hakim olduğunu, yaklaşık 70.000 yıl önce uygarlığın folklor ve kültürel bir yapı oluşturacak duruma geldiğini göstermektedir.
Mu, dünya üzerinde 26. paralel civarında Mexico City, Mısır ve şu anki Tibet’in de bulunduğu 3 bölgede çeşitli koloniler kurmuştur ve bu koloniler de kıta haricinde 3 ana düşünce merkezinden dünyaya belli şekillerde yayılmaya başlamıştır. Dikkat ederseniz dünya üzerinde çıkan 3 büyük kültürün, Mısır, Maya-Aztek, Hint-Tibet kültürlerinin 26. paralel civarında olduğu görünür.
Mu, tüm kolonilerinde, ruhun ölümsüzlüğünü ve çeşitli aşamalar ile yükselişini savunduğu piramidal yapıları ve piramitsel yerleşim alanlarını kullanan bir kültürdür. Dünya üzerinde tüm önemli piramitlerin bulunduğu bölge 26. paralel ve yakınlarıdır. Mesela, Mısır’daki 3 piramit ve büyük piramidal kompleksler, büyük Maya ve İnka piramitleri, Kuzey Hindistan’da bulunan bazı piramidal yapılar ve Çin’de bulunan 400‘e yakın piramit hemen hemen aynı hat üzerindedir. Şu an için Mısır piramitleri ve Meksika piramitleri üzerinde yapılan araştırmalar devam etmektedir ancak Çin’deki hükümet ve siyasi yapı yüzünden araştırmalarına izin verilmemektedir.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırları içinde kalan Xian şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Dağlarında M.Ö. 15.000 civarında yapıldığı düşünülen 300 metre yüksekliğinde dünyanın en büyük piramidi bulunmaktadır. Dünyadaki en büyük piramit Mısırdaki Keops değil, Çin’deki bu Beyaz Piramit’tir.
Bu piramitlerin Mısır piramitlerinden farkı, Mısır piramitlerinden yaklaşık olarak 2 kat daha büyük olmaları ama araştırılmamış olmalarıdır. Bu piramitlerin eski Türklere ait olduğuna da dair bazı varsayımlar vardır.
Bunun yanında Meksika’da Uxmal, Bolivya’da Tiahuanaco piramitleri de yeterince araştırılamamış yapılardandır. Dünya üzerinde nasıl yapıldığı anlaşılamamış pek çok piramit vardır. Bunların bazılarının Türk’lere ait olduğuna dair bazı araştırmalar olsa da, o dönemdeki tarihsel kayıtlar çok yeterli değildir.
Büyük felaketten sonra bu kıtadan Kuzey ve Güney Amerika’ya, Mısır’a ve Çin’e büyük göçler olmuştur. Bunların her birinin hikayesinde büyük bir felaketten kaçan insanlara yol gösteren önemli bir kahramandan bahsedilir. Hawai yerlileri buna Nau derler. Hopiler, Sirius yıldızından gelen atalarının okyanus ortasında büyük bir adaya yerleştiğini ve onların soyunun da, Nangoşe tarafından kurtarıldığını söylerler. Elimizdeki kaynakları sağlayan çeşitli kültürlere ait kayıtlar bulunmaktadır. En önemlisi tüm diller arasında bazı semitik bağlantılar kurulmaya çalışılmış ve bu semitik bağlantıların sonucunda da, pek çok dilin tek bir dil kalıbından, kök bir dilden türediği görülmüştür.
Bu arada ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, Mu kıtası ile ilgili araştırmalar için, o zamanki Meksika büyük elçisi Tahsin Mayakon’a Maya kültürünü inceletmiş, 2012 ve Maya kehanetleri ile ilgili çalışmalar yaptırmış, o zamanki Türk Dil Kurumu başkanı sayın İbrahim Necmi Dilmen ile birlikte önemli bir araştırma projesine imza atmıştır.
Bu konuda hazırlanmış raporların her biri bir kitapçık uzunluğunda olup, Orta Amerika kültürü, Mu kıtası, tüm dünyadaki tek tanrı inancı, Türk dili ile Maya dili arasındaki benzerlikler hakkında önemli çalışmaları içermektedir. Atatürk, Mayatepek’in James Churchward’ın çalışmaları hakkındaki bilgileri aktarmasından sonra kendisini Türkiye’ye davet etmiş, Ancak James Churchward’ın yaşı nedeni ile bu gerçekleşememiştir. Ancak çalışmalarını desteklemiş, onun kitaplarını Türkçe’ye çevirtmiş, bunun yanında da Maya kültürü ile Türk kültürü arasındaki folklorik bağlantıları incelemiştir.
Bu çalışmanın sonucunda Türk ve Maya dillerinde birbirlerine benzeyen kelimeler ve dil grupları görülmüştür. Örneğin Türkçe’deki Tepe sözcüğü Maya lisanında Tepek’tir. Bu çalışmalar sonrasında, çalışmalarından memnun kaldığı Tahsin Mayakon’un soyadını Mustafa Kemal, Tahsin Mayatepek olarak değiştirmiştir. Bu çalışmaların bir kısmı Anıtkabir kitaplığında hala bulunmaktadır. Peki bu araştırmaların içeriğinde neler vardı?
Tahsin Mayatepek’in ve James Churchward’ ın yaptığı araştırma sonucu bulananlar şunlardır.
1. M.Ö. 15.000 civarında Pasifik okyanusunda, deniz yolu ile uzak, ekvator iklimine yakın, insanların mutlu yaşadıkları, din kitaplarında cenneti temsil eden motiflerin, büyük şelalelerin, zehirli olmayan hayvanların, verimli düzlüklerin ve ovaların oluşturduğu çok verimli bir kıta vardı. Şu anda da olduğu gibi, bu kıta zaman zaman Okyanus tektoniği ve levha hareketleri yüzünden büyük deprem hareketlerine maruz kalırdı ve sonuçta kıta parçalara ayrılarak yok oldu.
2. Kıtada 4 ayrı insan grubu yaşardı ve onlar bu dünyaya bir başka ana vatandan geldiklerine inanırlardı. Anavatanlarının neresi olduğu tespit edilememişti. Hopi ve Dogonlar buna Sirius derlerdi. Fakat bunun gerçekliğini kanıtlayacak arkeolojik tablet ve gözlem bulunmamaktadır.
3. Mu kültürü, tek bir tanrıya tapar. Bu tek tanrıya güneş ile sembolize ederek Ra ismini verirlerdi. Mısır’daki Ra ile hemen hemen aynı özellikler gösteren, tek bir tanrıyı temsil ediyordu. Mu dil ve dininin esası ruhun ölümsüzlüğü ve bireyin yeniden doğması üzerine idi. Ra aslında güneş anlamına gelirdi. Daire tek tanrıyı simgelemek için kullanılan O veya tanrıyı sembolize eden bir işaretti. Yöneticilik ve aristokrasi, babadan oğula geçmez, kişiler, toplum içindeki başarı ve üretimi ile doğru orantılı bir şekilde seçilirdi. İnsanlar, yeniden doğuş, ruh göçü gibi inançlara sahip idi. Tahsin bey, Atatürk’ün ölümüne kadar Meksika büyükelçiliği görevinde kaldı. Kendisi, Maya’lar ve Türkler arasındaki ilişki ve bağlantıyı bulması için görevlendirilmişti.
Sonuç;
Dünyanın bundan önce 15 000 ila 40 000 yıl arasında bir dönemde büyük bir felaket geçirdiği ve büyük felaketin güneşin yaratmış olduğu manyetik fırtınalardan ve belli dönemlerde gerçekleşen güneş periyotlarından kaynaklandığına dair elimizde pek çok kanıt ve bilgi bulunmaktadır.
Güneş sisteminin merkez yıldızı güneşin, standart hareketleri dışında, belli periyotlarda farklı ışıma ve ısı yaydığı zaten bilinmektedir. Yalnızca yakın tarih uygarlığımız ve kültürümüz 5,000 yıllık bu kısa dönem içinde buna benzeyen 2 olay yaşamıştır: 1,100’lü yılların ortalarından 1700’lü yılların başlarına kadar dünyanın belli bölgelerinde küçük buzul çağları yaşanmıştır.
Son 50 yıldan beri güneşi izlemekteyiz. Güneşin eş zamanlı hareketlerini elimizdeki bilim ile tam anlamı ile çözmüş değiliz. Belli periyotlar ile güneşin hareketlerindeki değişkenlikler, güneş patlamalarının aşırı yükselişi, aktivitenin çoğalması, dünyanın manyetik kalkanının bu problemi veya bu kadar yüksek sayıdaki parçacığı karşılayamaması sonucu çok çeşitli felaketler olmuş olabilir. Son olarak aslında Nuh peygamberin veya Nuh adı ile anılan kişinin kozmik bir kişilik, bir kurtarıcı veya bir peygamber olmasından ziyade tüm toplumların bilinçaltına yerleşmiş olan bu felaketi temsil eden ortak bir sembol olduğu görülmektedir.
Hopiler ve Mayaların, Dogon’ların ve eski Çin yazıtlarının ortak söylemini, bunun ileride yeniden olacağı, insan ırkının çok daha büyük bir felaket ile yeniden karşılaşacağı kehanetidir.
Hopi rahipleri ve Dogon rahipleri bu konu hakkında konuşmaktan kaçınırlar ve karşı konulmaz sonun bir gün modern insanı yıkacağını söylerler. Mayalar ise bu konuda 2012’ye doğru yaklaşırken, doğal felaketlerin artacağı , güneşin anormalleşeceği, 21 Aralık 2012’den sonrada belli bir süre sonunda dünyanın büyük felaketlere uğrayacağını ifade etmişlerdir.
Modern bilim ise, bize son yüzyıl içinde dünyanın hızla ısındığını, sera etkisi sebebi ile mevsimlerin anormalleştiğini, kutup buzullarının hızla eridiğini, önümüzdeki 50 yıl içinde okyanusların bir kaç metre kadar yükselebileceğini söylemektedir. Tabii bunun yanında ilginç olan, Amerikan Uzay Birliği Nasa’nın güneş ile ilgili araştırmalar için gönderdiği Soho uydusunun tespitleridir.
2012 yılının Haziran’ından itibaren güneşte çok büyük patlamalar olacağı, son yüzyılda görülmemiş kadar büyük güneş aktivitelerinin önümüzdeki 10 yıl içinde gerçekleşeceği bilinmektedir. Bilim, antik Maya’ların kehanetini neredeyse çeşitli araçları ile doğrulamaktadır. 21 Aralık 2012’de dünyanın sonu gelmese bile, sonun başlangıcı hızla yaklaşmaktadır. Son kavramına bakış açımı anlatan yazıları da sizler için hazırlıyorum.