10 Kasım 1981 günü 101 TRT çalışanı yıllarını verdikleri görevlerinden hiçbir gerekçe gösterilmeden alınarak görevleriyle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan veteriner, orman, kömür, liman, ziraat, toprak ve su müdürlüklerine atandılar.
İlişkili Haberler
1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası uyarınca kamuda başlatılan “kıyım” ile aynı dönemde gerçekleştirilen bu toplu “sürgün” için dönemin TRT Genel Müdürü emekli general Macit Akman, gazetecilerle sohbetinde işin “tepeden gelen bir emir” ile gerçekleştirildiğini söylüyordu: “Vallahi, hiçbirini tanımam ben. Emir veren Başbakan Bülend Ulusu’dur. Biz de uyguladık.”
Gazeteci-yazar Adnan Gerger, "12 Eylül Sürgünleri" adını verdiği kitabında 101 kişiden hayatta kalan, ulaşabildiği sekiz "sürgün" ile yaptığı söyleşilerin önsözünde şunları yazdı:
O dönemde 1402’likler diye tanımlanan öğretim görevlileri, 70’ler diye adlandırılan Devlet İstatistik Enstitüsü çalışanları ve 101 TRT personelinin sürgünleri çok tartışılmıştı. Bunların arasında yer alan 101 TRT çalışanının sürgünüyse en sistemli ve korkulu olanıydı. 1980 yılında askeri harekatın üzerinden daha iki ay geçmemişti bile, TRT’nin en saygın ve en üretici isimleri arasında yer alan prodüktörden senariste programcıdan muhabire kadar hemen hemen her kadrodan seçilen 101 insan hiçbir gerekçe gösterilmeden mesleklerinin dışında diğer bakanlıklara sürülüyordu. 101’lerin hukuk mücadelesi yıllarca sürdü.
Türkiye tarihinde böyle atama görülmemişti, görülemezdi de...
12 Eylül döneminde yargısız bir şekilde fişlenerek çocuklarıyla birlikte sürülen insanların hayata karşı nasıl direndiklerini ve bu ülkede neler yaşandığını hatırlatmak için yazıldı.
12 Eylül 1980’de tutuklanamayan, ancak dışarıda “mahkum” edilen ve insanlık dışı davranışlarla karşılaşan ve cezalara çarptırılan insanlar vardı. Üstelik bu insanlar sürgün edilerek, fişlenerek, mesleklerinden uzaklaştırılarak, işsiz bırakılarak aileleriyle, çocuklarıyla birlikte cezaya çarptırılan insanlardı.
12 Eylül döneminde 101’ler, 70’ler ve 1402’likler ve diğerleri binlerce onbinlerce insan cezaevine atılmadan da mahkum olmuştu. Bu insanlar için yaşadıkları ülke de bir nevi cezaevi...
PRODÜKTÖRLÜKTEN HAYVAN BAKIMINA SPİKERLİKTEN...
101’ler listesinden birkaç örnek:
Halil Eroğlu: Prodüktör- Kütahya Veteriner Müdürlüğü
Sina Akyol: Dış Yayınlar Prodüktürü- YOZGAT Teknik Ziraat Müdürlüğü
Ahmet Tümel: Yurt haberler muhabiri- TEK Muhasebe Dairesi
Mustafa Şahin: Kameraman- Trabzon Su Ürünleri Bölge Müdürlüğü
Sabahattin Özgüvenç: Muhabir- Yozgat Teknik Ziraat Müdürlüğü
Melek Dener: Spiker- Bayandırlık Bakanlığı Dosya Evrak Memurluğu
Servet Serdaroğlu: Programcı- (İstanbul Radyosu)- Orman Bakanlığı Kastamonu Bölge Müdürlüğü
Ümit Demirağ: Seslendirme Yönetmeni (Ankara)- Afet İşleri
Erdal Özkan: Prodüktör- Türkiye Kömür İşletmeleri
Orhan Girgiç: Dış Yayınlar Prodüktörü- Kastomonu Orman İşletmesi
Önder Aydınlı: Antalya Radyosu Haber Md. Yrd- Konya Tabii ve Suni Tohumlama Bölge Müdürlüğü
Şeref Ünal: Prodüktör- İzmir Hava Eğitim Komutanlığı
Hanefi Savrun: Kameraman- Samsun Liman İşletmeleri
Gürsel Öztürk: Antalya Radyosu yapımcı- Konya Devlet Üretme Çiftliği
101'lerden TRT radyo prodüktörü Ahmet Mortaş, sadece görev yeri değiştirilmekle kalmayıp, fiziksel ve psikolojik işkenceyi de çekmiş bir sürgün. Mortaş, yaşadığı süreci şöyle anlatıyor:
HEM OKUDUM HEMİ YAZDIM, YALAN DÜNYA SENDEN BEZDİM
...11 Kasım’da beni de götürdüler. Dairede odamda çalışırken; “Seni başkan çağırıyor” dediler. Gittim, baktım yanında üç kişi var. Başkan, “Ahmet Bey, senin bir süre emniyete gitmen gerekiyor. Bir soruşturma söz konusu, hemen gideceksin. Masanı topla, görevini Zuhal Hanım’a devret, belki birkaç saat, belki birkaç gün sürebilir. Bu arkadaşlarla beraber gideceksin” dedi. “Tamam” dedim. Odama geri geldiğimde başka sivil bir görevliyi masamın üzerinde bir inceleme, arama yaparken gördüm. “Oturur musun?” dediler. Oturdum. Zuhal Karadağ, arkadaşım oldukça tedirgindi, şaşkındı. "Seninle emniyete gideceğiz" dediler. “Gidelim,” dedim. Yalnız bu arada beni almaya gelen o arkadaşlardan birine, “Eşime haber verebilir miyim? Onun hali iyi değildir, hastadır. Birkaç gün sürerse merak edebilir. İçişleri Bakanlığı’ndadır, isterseniz siz arayın, bakanlığınıza siz haber verin” dedim. Görevli arkadaşlardan biri eşimi aradı, “Ahmet Beyi veriyorum, yanımızda bizimle beraber gelecek,” dedi.
Telefonu aldım, eşime şu iki cümleyi kurabildim, “Ben emniyete gidiyorum, ifadem alınacak. Ne gerekiyorsa yap” dedim.
Elimden telefonu aldılar, dışarı çıktık. Renault marka siyah bir arabaya bindirildim. Ulus’a kadar gözlerimi açık götürmüşlerdi. Toplam beş kişiydik. Arkadaki iki kişinin arasındaydım. Biri şoför önde iki kişi vardı. Ulus’a gelince:
“Şu kabanı kafana çek, başını da koltuğa daya, hiç kaldırıp bakma,” dediler. Sürekli döndük, nereye gittiğimi de bilemiyordum. Çünkü önünüzü göremiyorsunuz, sağa sola bakamıyorsunuz, yasak. Bilinmeyen bir yere gittik. Kapılar şak şak şak bir açılıp bir kapanıyordu. Koluma girip beni emniyete götüren polisin, şöyle bir türkü söylediğini iyi hatırlıyorum:
“Hem okudum hemi yazdım. Yalan dünya senden bezdim.”
Atıldığım hücrede belki bir saat oturdum. Ondan sonra gözlerim bağlı olarak aralıklarla 5 gün ifademi alındı, sürekli sorgulandım ve aynı hücrede kaldım.
HALK OZANI MAHZUN-İ ŞERİF'İ NEREDEN TANIYORSUN
-Ne sordular?
Neler sormadılar ki? Diyarbakır’da çalıştığım yılları, yaptığım programları. Özellikle, “Neden göçüyorlar?” programını ve radyoda yaptığım öteki programları tek tek sorguladılar. Ankara Radyosu Eğitim-Kültür Yayınları Müdürlüğü’nün koridorunu, o koridorda 1980 öncesindeki ilişkileri ve gelişmeleri; Abdullah Yılmaz ile Yaşar Özürküt’ü, Halk Ozanı Mahzun-i Şerif ile Haşimi Aslıhak’ı nereden tanıdığımı, onlarla ilişkilerimin olup olmadığını, hangi mezhepten olduğumu, Aleviler’le ilişkimin olup olmadığını… “Mezhepsizim” dediğimde, sureleri bilip bilmediğimi, ki birkaç sureyi de okuduğum zaman, “Adam, dini de biliyor” demişlerdi.
- İşkence yaptılar mı?
- Orada psikolojik işkence var zaten. Bağırmalar, çağırmalar, çığlıklar var tabii. Birinci sorgulamada fazla konuşturmadan geri götürdüler. “Sen bir düşün, iyi düşün” dediler. Bir heyet tarafından sorgulanıyorsunuz. Gözleriniz kapalı olduğu için kimseyi bilemiyorsunuz. Çünkü Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube’sindeki DAL Grubu’nca gözaltına alınmış, sorgulanıyordum. Diğer adıyla “Derin Araştırma Laboratuarı” imiş, burası.
-Sizi birileri mi ihbar etmiş, polis neden götürdü?
- Onun ayrıntısını bilemiyorum. Emniyete götürenlerin söylediklerine göre, ben bir-iki yıl aranıyormuşum, TRT-DER sorgulamasından dolayı ifadem alınmak üzere sürekli Keçiören’deki evimden aranmışım. Dikmen’deki evime taşındığımı bilemedikleri için, iş yerimden alınmışım.
HAYATIMIN EN BÜYÜK İŞKENCELERİNİ GÖRDÜM
- Kaç gün sonra bırakıldınız?
- Emniyette, DAL grubundaki sorgulama 5 gün sürdü. Yazılı ve sözlü sorgulama bitince eve döneceğimi sanıyordum. Dışarı çıkarılıp bir minibüsle Samsun yoluna düştüğümüzde şüphelendim, beni götüren görevli polise sordum:
“Nereye gidiyoruz?” dedim. “Mamak’a gidiyoruz” dedi.
“Ne yapacağız, Mamak’ta?”
“Orada devam edecek...”
“Ne devam edecek?”
“Sorgulama,” dedi, “Yani bizim işimiz bitti, sorgulamayı askerler yapacak.”
Sonuçta Mamak’a gittik. Kademe kademe, aşama aşama esas koğuşa alınıncaya kadar hayatımın en büyük işkencelerini gördüm ve DAL Grubu’ndaki rahatı (!) aradım . Orada askere ne emrediliyorsa o yapılıyordu. Avuçlarımıza ve bacaklarımıza iniyordu coplar. Sağa bakma, sola bakma, arkaya dönme, bağırmalar… Dış nizamiyeden koğuşlara kadar üç yerde feci şekilde dayak atılıyordu. Kafese alınınca burnumuz duvara, ayaklarınız süpürgeliğe değecek şekilde esas duruşta beklememiz isteniyordu.
“Kıpırdarsan döverim, copu yersin,” diyordu askerler. Yanımda İstanbul’dan genç bir arkadaş vardı. İstanbul’dan Mamak’a 18 günde getirilmiş. İkimiz bir hücrede ayakta dikilirken ben düşmüşüm, hatırlamıyorum...
Anladım ki, 48 saat öbür dünyaya gitmiş gelmişim. Ağrı kesici ve sinirsel ilaçlarla kurtarmışlar beni...
Sonuç olarak Mamak’ta 25 gün kaldım. Oradaki düşmemden sonra bir hafta revirden dışarı çıkartılmadım. Talimlere, eğitimlere götürülmedim. Oradaki gardiyanların, askerlerin yaptığı bir takım psikolojik işkencelere uğramadım. Sabah akşam oradaki tutuklulara İstiklal Marşı’nın tamamı, sözlü olarak ezberden okutuluyordu. Öteki arkadaşlar talim ve eğitimlere çıkarılıyordu. Ben çıkmıyordum, çünkü düştüğüm biliniyordu, ranzada yatmam isteniyordu. “Otur, sen dur, “ diyorlardı. Duruyordum. Demek ki orada yaptırılan bir takım talimlere çıksaydım kesin ölebilirdim. Bir hafta on gün sonra kendime gelince mahkemeye çıkarıldık. Aslan Alp, ben, Erdal Özkan, Nazım Bayata, Türkiye Komünist Partisi (TKP) sempatizanı sayıldığımız için sorgulandık. 4. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde ilk sorgulamayı yapan Savcı Kemal Kadıoğlu dedi ki:
“Söyle bakalım. Yaşar Özürküt’ü tanıyor musun?”
“Tanıyorum, bizim TRT-DER’deki Genel Sekreterimiz ve prodüktör arkadaşımızdır” dedim.
“O senin hakkında Ramiz Doğan’a, Mortaş güvenilir demiş. Ayrıca, emniyetteki ifadende de TKP’ye bir ara sempati duydum, demişsin. Ne diyorsun şimdi?”
“Ben düşünen, yazan bir insanım. TRT’de prodüktörüm. Siyasi görüşüm olabilir, bir partiye sempati duymuş da olabilirim,” dedim ve şöyle devam ettim:
“Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın öncüsü Mustafa Kemal’in yaptığı devrimi savunan, bu konuda TRT’de programlar yapan bir köy çocuğuyum. Kemalist’im, bir Atatürk’çüyüm, laik düşünen aydın bir kişi olarak görüyorum, kendimi. Ne kadar aydınım bilemem ama bir radyo programcısı, yazar olarak, hep ülkemin Misak-i Milli hudutları içerisinde kalmasını ve bölünmezliğini savundum. Bu yolda programlar hazırlamış bir cumhuriyet çocuğuyum. Başka bir şey diyemem, tahliyemi talep ediyorum.”
“Nevzat Şenol ne demiş?” diye baktılar dosyalara, bir şey bulamadılar. Kemal Kadıoğlu, “Seni mahkemeye sevk ediyorum, “dedi. Mahkemeye çıktık. Rahmetli Aslan Alp, Erdal Özkan ve ben üçümüz. Bir de ortak avukatımızı Sayın Olcay Mis’i gördüm, mahkeme salonunda.
YASAL BİR DERNEĞİN, TRT- DER’İN ÜYESİYDİK
Hakîm sordu, “Hakkınızdaki iddialara ne diyorsunuz?”
Dedik ki:
“Beratımızı istiyoruz, yasal bir derneğin, TRT-DER’in üyesiydik. İllegal herhangi bir şeyimiz yoktur?”
Hakîmin şu sözlerini hiç unutamam:
“Yahu, koca koca adamlarsınız, yaşınız bir yere gelmiş böyle işlerle, aşırı bilmem nelerle uğraşacağınıza gidip işlerinizi, programlarınızı yapsanıza. Bir daha uğraşmayın böyle şeylerle, hadi çıkın bakalım…”
Böylelikle beraat ettik ve ertesi gün Mamak’tan salıverildik.
YA FELÇ YA DA ÖLMÜŞ OLMAN LAZIMDI
Mamak’tan çıktıktan sonra derhal Ankara Numune Hastanesi’ne gittim. Kafamın filmini çektirdim. Nöroşirürji doktoru dedi ki:
“Kardeşim bu film senin değil.”
“Nasıl olur, teyzemin oğlu başımda, hastanede çalışıyor, o götürdü, o çektirdi,” dedim.
“Olamaz , bu film senin olamaz!”
“Neden?” dedim.
“Senin yaşamaman lazım…”
“Anlamadım” dedim.
“Ya felç ya da ölmüş olman lazım, beyin kanaması geçirmene kıl payı kalmış. Çünkü kafanda kırık-çatlak var senin, bir daha çektir” dedi. Teyzemin oğlu kafamın röntgenini ikinci kez çektirdi. Yeni filmimi görünce operatör doktor hayret etti ve bana, “Büyük mucize, hayata yeniden başladın, çok büyük geçmiş olsun, senin ya felç ya da ölmüş olman lazımdı” dedi...
12 Eylül döneminde yargısız bir şekilde fişlenerek çocuklarıyla birlikte sürülen insanların hayata karşı nasıl direndiklerini ve bu ülkede neler yaşandığını hatırlatmak için yazıldı.
12 Eylül 1980’de tutuklanamayan, ancak dışarıda “mahkum” edilen ve insanlık dışı davranışlarla karşılaşan ve cezalara çarptırılan insanlar vardı. Üstelik bu insanlar sürgün edilerek, fişlenerek, mesleklerinden uzaklaştırılarak, işsiz bırakılarak aileleriyle, çocuklarıyla birlikte cezaya çarptırılan insanlardı.
12 Eylül döneminde 101’ler, 70’ler ve 1402’likler ve diğerleri binlerce onbinlerce insan cezaevine atılmadan da mahkum olmuştu. Bu insanlar için yaşadıkları ülke de bir nevi cezaevi...
PRODÜKTÖRLÜKTEN HAYVAN BAKIMINA SPİKERLİKTEN...
101’ler listesinden birkaç örnek:
Halil Eroğlu: Prodüktör- Kütahya Veteriner Müdürlüğü
Sina Akyol: Dış Yayınlar Prodüktürü- YOZGAT Teknik Ziraat Müdürlüğü
Ahmet Tümel: Yurt haberler muhabiri- TEK Muhasebe Dairesi
Mustafa Şahin: Kameraman- Trabzon Su Ürünleri Bölge Müdürlüğü
Sabahattin Özgüvenç: Muhabir- Yozgat Teknik Ziraat Müdürlüğü
Melek Dener: Spiker- Bayandırlık Bakanlığı Dosya Evrak Memurluğu
Servet Serdaroğlu: Programcı- (İstanbul Radyosu)- Orman Bakanlığı Kastamonu Bölge Müdürlüğü
Ümit Demirağ: Seslendirme Yönetmeni (Ankara)- Afet İşleri
Erdal Özkan: Prodüktör- Türkiye Kömür İşletmeleri
Orhan Girgiç: Dış Yayınlar Prodüktörü- Kastomonu Orman İşletmesi
Önder Aydınlı: Antalya Radyosu Haber Md. Yrd- Konya Tabii ve Suni Tohumlama Bölge Müdürlüğü
Şeref Ünal: Prodüktör- İzmir Hava Eğitim Komutanlığı
Hanefi Savrun: Kameraman- Samsun Liman İşletmeleri
Gürsel Öztürk: Antalya Radyosu yapımcı- Konya Devlet Üretme Çiftliği
101'lerden TRT radyo prodüktörü Ahmet Mortaş, sadece görev yeri değiştirilmekle kalmayıp, fiziksel ve psikolojik işkenceyi de çekmiş bir sürgün. Mortaş, yaşadığı süreci şöyle anlatıyor:
HEM OKUDUM HEMİ YAZDIM, YALAN DÜNYA SENDEN BEZDİM
...11 Kasım’da beni de götürdüler. Dairede odamda çalışırken; “Seni başkan çağırıyor” dediler. Gittim, baktım yanında üç kişi var. Başkan, “Ahmet Bey, senin bir süre emniyete gitmen gerekiyor. Bir soruşturma söz konusu, hemen gideceksin. Masanı topla, görevini Zuhal Hanım’a devret, belki birkaç saat, belki birkaç gün sürebilir. Bu arkadaşlarla beraber gideceksin” dedi. “Tamam” dedim. Odama geri geldiğimde başka sivil bir görevliyi masamın üzerinde bir inceleme, arama yaparken gördüm. “Oturur musun?” dediler. Oturdum. Zuhal Karadağ, arkadaşım oldukça tedirgindi, şaşkındı. "Seninle emniyete gideceğiz" dediler. “Gidelim,” dedim. Yalnız bu arada beni almaya gelen o arkadaşlardan birine, “Eşime haber verebilir miyim? Onun hali iyi değildir, hastadır. Birkaç gün sürerse merak edebilir. İçişleri Bakanlığı’ndadır, isterseniz siz arayın, bakanlığınıza siz haber verin” dedim. Görevli arkadaşlardan biri eşimi aradı, “Ahmet Beyi veriyorum, yanımızda bizimle beraber gelecek,” dedi.
Telefonu aldım, eşime şu iki cümleyi kurabildim, “Ben emniyete gidiyorum, ifadem alınacak. Ne gerekiyorsa yap” dedim.
Elimden telefonu aldılar, dışarı çıktık. Renault marka siyah bir arabaya bindirildim. Ulus’a kadar gözlerimi açık götürmüşlerdi. Toplam beş kişiydik. Arkadaki iki kişinin arasındaydım. Biri şoför önde iki kişi vardı. Ulus’a gelince:
“Şu kabanı kafana çek, başını da koltuğa daya, hiç kaldırıp bakma,” dediler. Sürekli döndük, nereye gittiğimi de bilemiyordum. Çünkü önünüzü göremiyorsunuz, sağa sola bakamıyorsunuz, yasak. Bilinmeyen bir yere gittik. Kapılar şak şak şak bir açılıp bir kapanıyordu. Koluma girip beni emniyete götüren polisin, şöyle bir türkü söylediğini iyi hatırlıyorum:
“Hem okudum hemi yazdım. Yalan dünya senden bezdim.”
Atıldığım hücrede belki bir saat oturdum. Ondan sonra gözlerim bağlı olarak aralıklarla 5 gün ifademi alındı, sürekli sorgulandım ve aynı hücrede kaldım.
HALK OZANI MAHZUN-İ ŞERİF'İ NEREDEN TANIYORSUN
-Ne sordular?
Neler sormadılar ki? Diyarbakır’da çalıştığım yılları, yaptığım programları. Özellikle, “Neden göçüyorlar?” programını ve radyoda yaptığım öteki programları tek tek sorguladılar. Ankara Radyosu Eğitim-Kültür Yayınları Müdürlüğü’nün koridorunu, o koridorda 1980 öncesindeki ilişkileri ve gelişmeleri; Abdullah Yılmaz ile Yaşar Özürküt’ü, Halk Ozanı Mahzun-i Şerif ile Haşimi Aslıhak’ı nereden tanıdığımı, onlarla ilişkilerimin olup olmadığını, hangi mezhepten olduğumu, Aleviler’le ilişkimin olup olmadığını… “Mezhepsizim” dediğimde, sureleri bilip bilmediğimi, ki birkaç sureyi de okuduğum zaman, “Adam, dini de biliyor” demişlerdi.
- İşkence yaptılar mı?
- Orada psikolojik işkence var zaten. Bağırmalar, çağırmalar, çığlıklar var tabii. Birinci sorgulamada fazla konuşturmadan geri götürdüler. “Sen bir düşün, iyi düşün” dediler. Bir heyet tarafından sorgulanıyorsunuz. Gözleriniz kapalı olduğu için kimseyi bilemiyorsunuz. Çünkü Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube’sindeki DAL Grubu’nca gözaltına alınmış, sorgulanıyordum. Diğer adıyla “Derin Araştırma Laboratuarı” imiş, burası.
-Sizi birileri mi ihbar etmiş, polis neden götürdü?
- Onun ayrıntısını bilemiyorum. Emniyete götürenlerin söylediklerine göre, ben bir-iki yıl aranıyormuşum, TRT-DER sorgulamasından dolayı ifadem alınmak üzere sürekli Keçiören’deki evimden aranmışım. Dikmen’deki evime taşındığımı bilemedikleri için, iş yerimden alınmışım.
HAYATIMIN EN BÜYÜK İŞKENCELERİNİ GÖRDÜM
- Kaç gün sonra bırakıldınız?
- Emniyette, DAL grubundaki sorgulama 5 gün sürdü. Yazılı ve sözlü sorgulama bitince eve döneceğimi sanıyordum. Dışarı çıkarılıp bir minibüsle Samsun yoluna düştüğümüzde şüphelendim, beni götüren görevli polise sordum:
“Nereye gidiyoruz?” dedim. “Mamak’a gidiyoruz” dedi.
“Ne yapacağız, Mamak’ta?”
“Orada devam edecek...”
“Ne devam edecek?”
“Sorgulama,” dedi, “Yani bizim işimiz bitti, sorgulamayı askerler yapacak.”
Sonuçta Mamak’a gittik. Kademe kademe, aşama aşama esas koğuşa alınıncaya kadar hayatımın en büyük işkencelerini gördüm ve DAL Grubu’ndaki rahatı (!) aradım . Orada askere ne emrediliyorsa o yapılıyordu. Avuçlarımıza ve bacaklarımıza iniyordu coplar. Sağa bakma, sola bakma, arkaya dönme, bağırmalar… Dış nizamiyeden koğuşlara kadar üç yerde feci şekilde dayak atılıyordu. Kafese alınınca burnumuz duvara, ayaklarınız süpürgeliğe değecek şekilde esas duruşta beklememiz isteniyordu.
“Kıpırdarsan döverim, copu yersin,” diyordu askerler. Yanımda İstanbul’dan genç bir arkadaş vardı. İstanbul’dan Mamak’a 18 günde getirilmiş. İkimiz bir hücrede ayakta dikilirken ben düşmüşüm, hatırlamıyorum...
Anladım ki, 48 saat öbür dünyaya gitmiş gelmişim. Ağrı kesici ve sinirsel ilaçlarla kurtarmışlar beni...
Sonuç olarak Mamak’ta 25 gün kaldım. Oradaki düşmemden sonra bir hafta revirden dışarı çıkartılmadım. Talimlere, eğitimlere götürülmedim. Oradaki gardiyanların, askerlerin yaptığı bir takım psikolojik işkencelere uğramadım. Sabah akşam oradaki tutuklulara İstiklal Marşı’nın tamamı, sözlü olarak ezberden okutuluyordu. Öteki arkadaşlar talim ve eğitimlere çıkarılıyordu. Ben çıkmıyordum, çünkü düştüğüm biliniyordu, ranzada yatmam isteniyordu. “Otur, sen dur, “ diyorlardı. Duruyordum. Demek ki orada yaptırılan bir takım talimlere çıksaydım kesin ölebilirdim. Bir hafta on gün sonra kendime gelince mahkemeye çıkarıldık. Aslan Alp, ben, Erdal Özkan, Nazım Bayata, Türkiye Komünist Partisi (TKP) sempatizanı sayıldığımız için sorgulandık. 4. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde ilk sorgulamayı yapan Savcı Kemal Kadıoğlu dedi ki:
“Söyle bakalım. Yaşar Özürküt’ü tanıyor musun?”
“Tanıyorum, bizim TRT-DER’deki Genel Sekreterimiz ve prodüktör arkadaşımızdır” dedim.
“O senin hakkında Ramiz Doğan’a, Mortaş güvenilir demiş. Ayrıca, emniyetteki ifadende de TKP’ye bir ara sempati duydum, demişsin. Ne diyorsun şimdi?”
“Ben düşünen, yazan bir insanım. TRT’de prodüktörüm. Siyasi görüşüm olabilir, bir partiye sempati duymuş da olabilirim,” dedim ve şöyle devam ettim:
“Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın öncüsü Mustafa Kemal’in yaptığı devrimi savunan, bu konuda TRT’de programlar yapan bir köy çocuğuyum. Kemalist’im, bir Atatürk’çüyüm, laik düşünen aydın bir kişi olarak görüyorum, kendimi. Ne kadar aydınım bilemem ama bir radyo programcısı, yazar olarak, hep ülkemin Misak-i Milli hudutları içerisinde kalmasını ve bölünmezliğini savundum. Bu yolda programlar hazırlamış bir cumhuriyet çocuğuyum. Başka bir şey diyemem, tahliyemi talep ediyorum.”
“Nevzat Şenol ne demiş?” diye baktılar dosyalara, bir şey bulamadılar. Kemal Kadıoğlu, “Seni mahkemeye sevk ediyorum, “dedi. Mahkemeye çıktık. Rahmetli Aslan Alp, Erdal Özkan ve ben üçümüz. Bir de ortak avukatımızı Sayın Olcay Mis’i gördüm, mahkeme salonunda.
YASAL BİR DERNEĞİN, TRT- DER’İN ÜYESİYDİK
Hakîm sordu, “Hakkınızdaki iddialara ne diyorsunuz?”
Dedik ki:
“Beratımızı istiyoruz, yasal bir derneğin, TRT-DER’in üyesiydik. İllegal herhangi bir şeyimiz yoktur?”
Hakîmin şu sözlerini hiç unutamam:
“Yahu, koca koca adamlarsınız, yaşınız bir yere gelmiş böyle işlerle, aşırı bilmem nelerle uğraşacağınıza gidip işlerinizi, programlarınızı yapsanıza. Bir daha uğraşmayın böyle şeylerle, hadi çıkın bakalım…”
Böylelikle beraat ettik ve ertesi gün Mamak’tan salıverildik.
YA FELÇ YA DA ÖLMÜŞ OLMAN LAZIMDI
Mamak’tan çıktıktan sonra derhal Ankara Numune Hastanesi’ne gittim. Kafamın filmini çektirdim. Nöroşirürji doktoru dedi ki:
“Kardeşim bu film senin değil.”
“Nasıl olur, teyzemin oğlu başımda, hastanede çalışıyor, o götürdü, o çektirdi,” dedim.
“Olamaz , bu film senin olamaz!”
“Neden?” dedim.
“Senin yaşamaman lazım…”
“Anlamadım” dedim.
“Ya felç ya da ölmüş olman lazım, beyin kanaması geçirmene kıl payı kalmış. Çünkü kafanda kırık-çatlak var senin, bir daha çektir” dedi. Teyzemin oğlu kafamın röntgenini ikinci kez çektirdi. Yeni filmimi görünce operatör doktor hayret etti ve bana, “Büyük mucize, hayata yeniden başladın, çok büyük geçmiş olsun, senin ya felç ya da ölmüş olman lazımdı” dedi...