İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödüle layık görülen Bir Zamanlar Anadolu'da filminin senarist ve oyuncularından, Peri Gazozu ve Cin Aynası kitaplarını kaleme alan, oyuncu, yönetmen ve yazar Ercan Kesal, hekimlik mesleğinden yazarlık, oyunculuk ve yönetmenliğe uzanan sanat yolculuğunu, aile hayatını, dostluklarını, sanat camiasını ve sinema ile edebiyata dair düşüncelerini değerlendirdi.
Oyunculuğunuzun yanı sıra kaleme aldığınız kitaplar da dikkati çekiyor. Öncelikle sizi yazmaya iten güç, motivasyon nereden geliyor?
Epeydir yazdığımı son 'Velhasıl' kitabımda fark ettim. Bazı şeyleri fark edemiyorsunuz. Yani ömür akıp gidiyor önünüzden ve siz ara ara bazı çok somut gerçeklerle ancak bir vesileyle karşılaşıyorsunuz. 'Velhasıl' kitabının içeriğini oluştururken, kıyıda köşede kaldığını bildiğim ve üslubumun gelişmesini, yazın serüvenimi de sanki okurla paylaşabileceğim öykülerim vardı. Tarihlerine baktım 1984-1985'te yazmışım. İlk öyküm 'Mesela' 1990'da yayınlanmış. 1993-1994 yıllarında 'Şizofreni' dergisinde 4-5 yazım yayınlanmıştı. Allah Allah, dedim. Aradan 35-40 yıl geçmiş ve ben bu meselelerle 35-40 yıldır uğraşıyorum. Yaşım da az değil tabii ama erken zamanlarda fazla okumuş olmam çok önemli bir faktör. İlkokul üçüncü sınıfta yaşadığım bir olayı bir yazımda esprili biçimde anekdot olarak aktarmıştım. Kemal Tahir'i okuyorum, eve gelen bir öğretmen, komşumuz, rahmetli oldu, babama ısrarla onu okumamamı, okutmaması gerektiğini, çünkü kitabın ağır olduğunu söylüyordu. Kitabın ağırı falan olmaz bence. Bu yüzden klasiklerin kısaltılmasına falan da fena halde karşıyım. Kendimden biliyorum. Bütün Jules Verne'leri, Victor Hugo'ları, birçok klasiği ilkokulda, ortaokulun ilk yıllarında falan okuyordum ben.
Peki bir mesele mi oldu, birisine mi özendiniz yoksa kendinizi bildiğinizden beri mi böylesiniz?
Kendiliğinden olmuştur belli ki ama onu hazırlayan bir takım faktörler var. Neden? Birincisi çiftçi bir aile, ondan sonra gazozculuk yapan esnaf ve kalabalık bir aile. Benim önümde 3 tane ağabey, babaanne, anne ve baba var ama kimse size dönüp bakmıyor. Sadece sofrada belki varlığınızdan haberdar olunuyor ya gazozhanede ya da dışarda çalışırken. Biraz da işçi lazımken hatıra geliyorsunuz. Çocukluk o anlamda bir cennet değil taşrada. Ama ilkokul öğretmeniniz vesile olmuş sizi Avanos halk kütüphanesine götürmüş. Bir anda orada bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Şu yaşadıklarınızdan maada -onun dışında- ondan çok daha gerçek, güzel, size hayal kurma şansı tanıyan ve sizi mutlu eden, iyileştiren bir şey var; kitaplar... Kitaplardaki kahramanlar, onların birbiriyle olan meseleleri ve sizin onları adeta bir röntgenci gibi izleyebilme şansınız, orada yeni oluşturduğunuz bir muhayyile, kendinizle karşılaştırmalarınız.
Çocukluğumda ve hala en çok yaptığım şey, uyumakta zorlandığımda Robinson Crusoe okurum. Kendimi hep bir adada tek başına kalmış, yaşamaya gayret eden bir adam gibi tahayyül ederim.
Belli ki şimdi çok da hani olanakların olmadığı bir çocukluk, belki soğuk bir oda, belki de sıkıntılarınız var ve büyümekte, büyüdüğünüzü anlamakta zorlanıyorsunuz. Aynı zamanda bir sürü karışıklık var. Kime danışıp nereden ilham alacaksınız? Kitaplardan başka size kendinizi, yalnız olmadığınızı, bu dünyada sizden başka da birilerinin olduğunu hatırlatan ne olabilir? Kitaplardaki kahramanlar, sizden öncekilerin yazdıkları ve yaşadıkları... Bu yüzden ben kütüphaneye gittiğim ilk günü cennete düştüm diye hep tarif ederim. Bir cennete düştüm ve ondan sonra hiç çıkmak istemedim oradan. Kitaplarla birlikte olgunlaşıyorsunuz da. Kitaplar sizin dünyayla olan ilişkinizde reflekslerinizi keskinleştiriyor.
ERCAN KESAL'IN YAZIP YÖNETTİĞİ NASİPSE ADAYIZ'DAN FRAGMAN