Havva'nın kızlarıyız!
Elif Şafak... Dış görünüşü sade, kalemi heybetli kadın. Hem dünyalı hem alabildiğine bizden. Eserleri 40’tan fazla dile çevrilen, Fransa’nın edebiyat nişanına layık görülen Şafak, Türkiye’deki okuyucularının sayısını 2009 çıkışlı “Aşk” ile artırdı. İnsan kazanmak için aşktan öte bir duygu var mı zaten? Bense çıkan her kitabını heyecanla okumadım belki ama bu son işi “Havva’nın 3 Kızı” içimde gün geçtikçe büyüyen ve yakıcı boşluğu birazcık olsun serinletti. Elif Şafak’ın külliyatını beylik cümleler eşliğinde anlatacak ya da kitabın tüm süprizlerini paylaşacak değilim. Sadece romana bir okurun penceresinden bakmak niyetindeyim.
3 yılın ardından geldi “Havva’nın 3 Kızı”. Çalıştığım kültür sanat programı Gece Gündüz, yazarın konuk olmayı tercih ettiği yayıncılar arasındaydı. O güne dek bazı gazetecilerin yorumlarını okudum. Tabi ki hiçbiri birbirini desteklemiyor, hepsi romanı kendi bakış açısıyla yorumluyordu. “Önyargı bütün kötülüklerin anasıdır” şiarını kafama yerleştirip, kitabı okumadan hallenmeyeceğime söz verdim. Bir Pazartesi sabahı geldi Şafak. Uzun zaman olmuştu görmeyeli. “Bir durgunluk var, acaba neden?” temalı sorumun yanıtı az sonra geldi. Tek çekimlik espresso ve üstüne sıcak su. Kahve içmeden ayılamayanlar ordusu mensubu Elif Şafak! Gözlerindeki hüzün hiç değişmemiş, giydiği kuşandığı hiç değişmemiş, saçını toplayışı, oturuşu, zarafeti hiç değişmemişti.
İngilizce yazdığı romanı sonrasında Türkçe’ye çevirmesi, benim için deveye hendek atlatmakla eş değer. Yazmayı seven adam işi bu iş. O anlattıkça daha iyi anladım. Annelik de var tabi bir yandan. O da yazmak gibi, ritim duygusu, kelime dağarcığı ve bazen sonsuz bir mesai gerektiriyor.
SAYFALAR, ZAMAN MAKİNESİNE AÇILIYOR!
Adı üzerinde, 3 kadından bahsediyor roman. 80’lerde çocukluğunu büyüten, iki abisi, annesi ve babasıyla yaşayan Peri Nalbantoğlu’nun hikayesiyle başlıyor macera. Baba kemalist, anne bilinçsiz bir muhafazakar, sol ve sağ görüşlü iki abi. Bölünen, mutsuz, keyifsiz, kendi gerçeğinin tek gerçek olduğunu savunan dört insanın arasında sıkışan bir ruh Peri. 80’ler ve bugün arasında gidip gelen sayfaları okurken “her birey bir görüşü simgeliyor, bir fotoğraf çekilmiş, tamam ama biraz hayali değil mi?” rüzgarı esti başımda. Sonra düşündüm. 90’lı yıllarımı, ailemi, arkadaşlarımın ailelerini. Birbirimize ve kendimize yabancılaşmadığımız, günaydın ve iyi akşamlar dediğimiz yılları. Ekmek derdi hep varken de doğrumuzu savunduğumuz, okuduğumuza inandığımız zamanları. Hızla geçen dakikalara ayak uydurmak için habire debelendiğim o çukurdan çıkıp, uzaklaştım kendimden. Hatırladım. Babası sefa düşkünü, annesi beş vakit namazda, solcu ablası hapiste, sağcı abisi mafyada arkadaşım da oldu benim. 80’li yıllarda sağ ve sol görüşlü iki kardeşin çatıştığını da öğrendim babamdan. Geçmişimi hatırlattı bana o sayfalar. 424 sayfalık bir zaman makinesine girdi zihnim. Dolayısıyla sırf bu yüzden bile sevdim Peri’yi ve ailesini.
İŞİN SIRRI “TAHAMMÜL”DE!
Peri, Şirin ve Mona... Havva’nın 3 kızı. Birbirine eşyanın tabiatına aykırı dedirtecek kadar zıt üç kadın. Tanrı’yı arayan Peri, kendine inanan Şirin, Tanrı’ya inanan Mona.Türkiye’nin, dünyanın, insana ait herşeyin 3 kişilik özeti. Ya da tek bir kadının 3 döneminin özeti. Peri’nin ailesinde olduğu gibi. Farkıysa işin içinde tahammül ve sevginin olmasıydı. Açık bir fikrin, açık bir zihnin, aydınlanma isteğinin olması, doğruların dikte edilmemesi, dünya görüşünün gönül gözüne galip gelmemesiydi. O sayfalardı bana bazen ne kadar tahammülsüz olduğumuzu hatırlatan. İnanacak bir şeyler olmalıydı hayatta. İnsandık, olmalıydı. Bu yüzden, Peri gibi hep bir arayış içine girsek de, uslanmaz birer romantik olarak sarılmalıydık hayata. İnanacak bir şeyler, umut edecek bir yarın büyütmeliydik anlarımızda. Romantizm masaya konan mumlardan ibaret değildi sonuçta.
Farklı dünya görüşlerine sahip Peri, Mona ve Şirin’in, hiç kimselere benzemeyen karizmatik Azur karakteriyle kesişen hayatları kitabın seyrini değiştiriyor.
ÇOK GEZEN Mİ, ÇOK YAZAN MI?
Şehr-i İstanbul’un 80’li yıllardaki mahalle kültürü bol demli çay , 2016’daki burjuva eğlencesi latte tadı bıraktı damağımda. Okurken bir yandan da “Yazmak için görmek, okumak, duymak, dinlemek ve bilmek gerek” diye düşündüm. Yazar her yolu bilmeli, her yola girmeli, herkes olabilmeli bence. Şehirlerin ünlü caddelerinin yanında ara sokaklarına da dalmalı. 3 kadının Oxford macerasını okurkense, ülkeler gezmenin, ülkelerde yaşamanın, oraların manzarasını sayfalara taşımanın ne denli önemli olduğunu hissettim. Oxford vardı da biz mi okumadık! serzenişi yerini, Oxford’u gören birileri yazdı da, okulun öğrenci dağılımına kadar en ince detaylarını öğrenmiş olduk! cümlesine bıraktı.
GİDİŞ YOLU
Kitapta sıradışı olaylar, karakterler, aşk ve skandal da var. Hepsini burada açık etmeyeceğim. Fikrini merak ettiğim kimi okuyucularsa sonunun daha farklı bitmesi gerektiğini, kimileriyse hikayenin ilk sayfalarının daha heyecanlı olduğunu söyledi. Dünyanın en zor işlerinden biri olduğuna inandığım roman yazma eylemini bir çırpıda çöpe atamıyorum. Hikayenin bende yarattığı duygular ortada. Edebi bir dil, çokça değerli kelime var cümlelerde nefes alan. 80’lerin ve 2016’nın İstanbul’u, o İstanbul’un insanını anlatan olaylar ruhu çepeçevre sarıyor. Bir Türkiye özeti dense de, bence bir dünya hikayesi bu, insan olmanın ne acayip bir hal olduğunu anlatan. Sonu veya başı değil, gidiş yolu beni içine alan. Varılan son değil, yolculuktur ya önemli olan. İşte Elif Şafak da kendinden, bizden, Türkiye’den ve dünyadan çıkmış yola. Sonuysa romanın her saniyesine sinmiş olan Tanrı’ya varıyor. İyi yolculuklar...
ELİF ŞAFAK 'HAVVA'NIN ÜÇ KIZI'NI NTV'YE ANLATTI
- Etiketler :
- Haberler