"Fi'krimin İnce Gülü..."
Kötü: Zarar ve korku veren düşünce veya davranış. Son günlerde şiddetini arttırdı bu kelimenin geçtiği cümleler. Üstelik bir devlet başkanı, ülke veya seri katil için değil, bazı diziler ve filmler için yapılıyor bu yorumlar.
Bense kötü demek için yeterince bilgili olduğumu düşünmüyorum. Karşılaştığım her şeyle ilgili iyimser bir düşünce biçimi geliştirmeye çalışıyorum belki de. Belki de çok aptalım. Bilmiyorum. Ruhumdaki büyük açlığı, sadece okuyarak, dinleyerek, izleyerek doyurmaya çalışıyorum. Kilo aldırmıyor bi kere. Kalpte vuku bulan çarpıntı nedeniyle kalori bile yakıyor olabilirim. Son zamanlarda okuduğum bütün kitapların Türk yazarlar tarafından kaleme alınmış olması çok tatlı bir duygu veriyor bana. Ancak dizilerde durum farklı. İş yerindeki 9 saatlik mesaiden sonra, dilim dışarda eve gelip 3 saatimi de reklam aralarına serpiştirilmiş bir bölümlük diziyle geçirmek istemiyorum. Onun yerine insani sürelerde olan yabancı bir diziye hayvan gibi asılıyor ve 5 bölüm birden izliyorum. Elin gavuru da neler yapıyor şeklindeki lümpen yaklaşımlarım da peş peşe dökülüyor ağzımdan. Bu şekilde uykuya yatıp, bir şeylerin değişmesini umut ediyorum.
Leonardo Fibonacci, ak sakalı ve beyaz atıyla dede – prens karışımı bir imajla süzülüyor rüyama. “Altın Oran” diyor. Loto mu, milli piyango mu diye soruyorum. Müstehzi bir gülüşün ardından etrafındaki nice canlı veya cansız varlığın yapısında hatta bedeninde, evreni mükemmel yapan her şeyde var olan orandan bahsediyor. Yıllar önce Azra Kohen’in rüyasına da uğradığını, böylesine kafa karıştırmaya müsait bir konunun onun ellerinde okunası bir romana dönüştüğünü anlatıyor. Şanslı numaralar konusunda direttiğim, orantısız şekilde kırılan altın oranın yaratıcısı Fibonacci sonunda müjdeyi veriyor: “Fi” dizi oluyor!
Dizi süreleri, kamera arkası ve önündeki insanların korkunç çalışma şartları, senaristlerin bölüm çıkarmak için verdiği insan üstü çabaları, grevler, söylemler, sövmeler sürerken bir umut ışığı yükseldi internetten. Olması gereken buydu zaten. 90’larda hayatımıza giren, uzaktan çapkın bakışlar attığımız sevgiliyle artık yatağa giriyorduk çünkü. Mutfakta o, vapurda o, tuvalette oydu. Sonra rüyalar gerçek oldu. Önce “Masum” mini dizi formatıyla kıvama getirdi bizi. Yetmedi. Leonardo Fibonacci’den Azra Kohen’e, oradan Puhu Tv’ye, saadet zinciri dört yanımızı sardı. “Fi” ilk 4 bölümüyle ne kadar özel işler yapabileceğimizi kanıtladı.
İstanbul... Bu kez karanlık, yağmurlu, en sorunlu zamanları. Şehrin en sorunlu adamıysa Can Manay. Televizyonda deli işi yapıyor, tonla para kazanıyor. Ama en delisi kendisi. Kadınlara uzak, ruhsal anlamda. Bir gecelik ilişkileri ertesi sabaha kadar zor sürdürüyor. Şanslıysanız sabahında belki bir kahve içebiliyorsunuz. Onu izlerken severken öldürmek, öperken nefret etmek gibi eylemler geçiyor aklınızdan. Üstelik aklınızı okuyor, Psikiyatr Can! Dizinin en önemli karakterine hayat veren Ozan Güven’in Can halini çok sevdim. Günlük hayattaki atarlı tutarlı halini dizideki karakterine yansıttığından magazin kameralarına tebessümle bakıyor artık. Güçlü, numaracı, çapkın, zengin, akıllı, bir adamda olması gereken tüm özellikleri taşıyan Can, aslında hepimiz gibi kusurlu ve yalnız.
Serenay Sarıkaya... Dizideki ismi Duru. Dansçı Duru. Kadınlığımı sorguladığım, aynalara geçici bir süre için küstüğüm, esnekliği karşısında yogayı haftada 4’e çıkardığım, saçlarını dağıtıp rüzgarlara bıraktıkça irkildiğim, erkek olsamla başlayan cümleler kurarak çirkinleştiğim Duru! İsmiyle ve cismiyle en iyi örtüşen Serenay Sarıkaya olmuş. Hikayenin yakıcı gerçekliği sürerken onun sahnelerinde birden rüyaya geçiyoruz. Renkler, sesler, doğa ve ışık değişiyor. Duru altın oranın diğer adı oluyor. Sonuçta bir meleği tasvir ediyor gibi gözüksem de o da insan ve bir hayali var. O hayal için neler yapabileceğini ileride göreceğiz.
Hepimiz öğretmenlerimize aşık olduk. Aksine inanmam mümkün değil. Duru gibileriyse kendisine aşık ediyor. Deniz... Üniversitede hoca, koreograf, müzisyen. Ruhunu kapitalizme esir etmemeye kararlı bir idealist. Romantik bir aşık, tabi ki Duru’ya. Meslek aşkı biraz daha ağır basıyor olabilir. Bence öfke kontrolünü her an kaybedebilir. Ya da ben ona çok öfkeliyim. Bazen daha esnek olmak gerektiğini düşünenlerdenim. Deniz çok katı. Bu da kendine duyduğu yüksek ve yersiz özgüvenden geliyor. Mehmet Günsür, Deniz rolüne çok yakışmış. Uzun saçları, sakalı, notaları okurken taktığı gözlüğü ona sinir bozucu bir gerçeklik katmış.
Berrak Tüzünataç, ilk bölümlerde pek görünmüyor, ekibin diğer oyuncularının yanında birazcık da sönük kalmış olabilir. Ağlamadan önce garip bir göz titretme huyu var. Onu yapmasa mesela ne güzel olur. Can Manay’dan intikam almaya and içen gariban bir gazeteci rolünde şimdilik. Büşra Develi, Can Manay’ın üniversitedeki asosyal öğrencisi. En çok onu sevdim ben. Gözlüklü, iddiasız ve özgüvensiz ya ondandır dediğinizi duyar gibiyim. Hepimiz bir dönem öyle değil miydik? O da içindeki canavarı çıkaracak savaşçıyı bekledi işte. “Can”avarı yetişti bile! Ana karakterlerin dışında diziyi kollayan, köşeleri tutan, açık bırakmayan isimler de var. Tülay Günay, Özge Özpirinçci, Defne Kayalar, Osman Sonant şimdilik kadroda karşıma çıkanlar. Şimdi tüm bu yazdıklarımın ışıklarla, müziklerle, kurguyla, duyguyla birleştiğini ve birçok süprizli detayı da anlatmadığımı düşünün. Kötü çok iddialı bir tanımlama olmaz mıydı? Üstelik Altın Oran diye bir gerçek varken!
- Etiketler :
- Haberler -
- Sanat
- Dizi